Yazar Adı : Ahdi , Ahmed Ahdi b. Şemsi el Bağdadi | İlim Dalı : |
Kitap Dili : | Kitap Tipi : |
Konusu : | Sitedeki Kayıt Türleri : |
Ekleyen : Aybike Şeker/2008-06-28 | Güncelleyen : /0000-00-00 |
Gülşen-i Şuarâ
Ahdînin şöhretini günümüze kadar devam ettiren Gülşen-i Şuarâ'sı, Osmanlı edebiyatında tezkire vadisinde Sehî ve Latîfî'ninkinden sonra ortaya konulan üçüncü eserdir.
Daha önceki devirlerde yaşamış eski şairleri kadrosu dışında tutup yalnız kendisinin çağdaşı olan şairleri alması bakımından Gülşen-i Şuarâ, XVI. asrın kendinden evvel ve sonra gelen bütün tezkirelerinden farklılık gösterir.
Bu asrın diğer tezkireleri zamanca çerçevelerini XIV. yüzyılın sonlarına kadar çıkarırlarken Ahdî eserini sadece kendi yaşadığı çağ ile, hele ilk tertibinde ise sırf Kanunî Süleyman devri ile sınırlandırmak ister.
Ahdî, tezkiresini ilk şeklindeki kadro ve hali ile bırakmayarak sonraları da onunla meşgul olmuştur.
Tertibini "ravza" adını taşıyan üç bölümden, yeni bir ravza daha ilâve etmek suretiyle dörde çıkardıktan başka, eserini yeni hal tercümeleri ile zenginleştirirken mevcut hal tercümesi maddelerindeki bilgileri de devamlı ilâvelerle yer yer geliştirmeye çalışmıştır.
Başlangıçta şair kadrosu Kanunî devrini aşmayan eser, böylece ilâveler gören yeni şekliyle II. Selim ve III. Murad devri şairlerini içine alacak surette genişler.
İlk telifinde 971-972 -ye (1564-1565) kadar gelen tezkireye yeni ilâvelerle 1000 (1592) veya Avrupa kütüphanelerindeki bazı nüshalarında 1001'e (1593) kadar olan otuz yıllık bir devre daha katılmış bulunmaktadır.
Bu suretle hayatta olan şairler bakımından eserin zaman çerçevesi önce on bir-on iki yıl iken, bu yeni haliyle kırk yıla yükselmiş olur.
Şairlerin asıl çoğunluğunu içine alan büyük bölüme geçmeden, şiirle meşgul kimselerin bir kısmını baştaki ilk üç kısa bölümde sosyal mevkilerine göre sınıflandıran Ahdî, birinci ravzayı Kanunî Süleyman ve dört şehzadesi ile sonradan ilâve ettiği II. Selim'in şehzadesi III. Murad yanı sıra beylerbeyi, nişancı, baş-defterdar gibi devlet protokolünde önde gelen ricale ayırır.
İkinci ravzada ilmiye sınıfından şiir sahibi gözde bir kısım müderris ve kadılar yer alır. Ahdî bu bölümde şöhretçe ön safta bulunan ulemâ arasında Bakî ve Hayalî gibi mesleklerinin henüz ilk basamaklarındaki genç simalara da yer vermekten
Eserin ağırlığını teşkil eden alfabetik sıralı üçüncü bölüm yeni tertipte dördüncü yani sonuncu ravza olurken, onun yerine sancak beyleriyle eyalet defterdarlarına tahsis edilmiş yeni bir ravza açılır.
Daha önceki tertipte bu zümreden son ve ilk ravzada kendilerine yer verilmiş olanların da hal tercümelerinin yeniden işlenerek nakledildiği bu fasla, aynı sınıftan başka yeni şahısların hal tercümeleri de ilâve olunur. Burada kendilerine yer verilenler ülkenin her tarafındaki kimseler olmayıp ağırlık merkezi Irak ve havalisi olmak üzere, imparatorluğun Konya'dan öteye doğru olan bölgelerinin sancak beyleri ve bunların, emrindeki defterdarlardır.
Ahdî bu dört ravzaya çıkarılmış tertipte eserine, öncekinde bulunmayan 102 yeni hal tercümesi daha katmaya muvaffak olmuştur.
Bu ilâve edilenler içinde baş sırayı Bağdat ve yöresinden yetişmiş yahut ziyaret veya vazife dolayısıyla oraya ve Kerbelâ'ya gelmiş şairlerin tuttuğu görülmektedir.
Hemşehrisi Bağdatlı Ruhî tezkireye ancak bu yeni tertipte girdiği gibi, öncekine ait nüshalarda Fuzûli’nin habersiz kalınmış ölüm tarihi bile bu sonraki işleyişte tesbit edilmiştir.
Yeni tertipte tezkirenin şair mevcudu, Ali Emîrî Kütüphanesi nüshasında 377'ye yükselir. Onda bulunmayıp başka nüshalarda görülen yedi şair daha buna katıldığında bu kadro 384 şair olarak belirir.
Bir defada olmak yerine, değişik zamanlarda devamlı surette yapılan ilâveler yüzünden, tezkirenin birbirinden daima farklılık gösteren nüshaları ortaya çıkmıştır.
Şair mevcudu hemen her nüshada değişip artma veya çoğalma göstermektedir.
Meselâ bir nüshada öteki nüshalarda bulunmayan bir şair yer alırken, bu defa diğerlerinde mevcut bir veya birkaç hal tercümesi aynı nüshada noksan veya atlanmış duruma girer.
Nüshalar arasındaki fark yalnız muhteviyatta kalmayıp ifadede de kendini gösterir.
Ayrıca eserin sonraki şeklinde II. Selim yeni ilâve edilen hal tercümelerinde devrin hükümdarı olarak, III. Murad zamanı şairlerine ait ilâvelerde ise "Merhum Sultan" diye anılırken, mukaddimesinden itibaren eserin çoğu yerinde onu hâlâ şehzade olarak zikreden ifadelerin dokunulmadan kalmış olması yadırgatıcı bir insicamsızlık meydana getirmektedir.
Ahdî, eserinin asıl ağırlığını kendisinin Osmanlı ülkesine geliş tarihinde hayatta bulunan şairlere vermekle beraber, bu tarihten önce ölmüş bazı şairlere de büsbütün alâkasız kalmayarak, kendilerini tanımış olmasa da şöhretlerini duyduğu on beş kadarını tezkiresine almak ihtiyacını hissetmiştir.
Aralarında üçünün ölüm tarihi l. Seîim devrine çıkan, diğerleri de 960'tan (1553) önce ölmüş bu şairlerden bazıları hakkında kaynağını açıklamadan Sehî ve bilhassa Latîfideki bilgilerden istifade etmekle beraber, birkaçı bir tarafa bırakılırsa, bu iki eserdeki bilgilen olduğu gibi nakil ve hülâsa etmekle kalmayıp daha başka kayıt ve örnekler de ilâve etmesini bilmiştir.
Osmanlı şairler tezkireciliğinin üçüncü eserini veren Gülşen-i Şuarâ, 953'te (1546) meydana konulan Latîfi tezkiresindeki (1314 baskısına göre şair mevcuduna, yirmi yılı bulmayan bir zaman mesafesi ile onda yer almamış 272 kadar şair kazandırdıktan başka, Latîfî'nin, hayatlarının ancak kendi zamanına kadar olan kısmını bilebildiği şairleri daha sonraki hayat ve faaliyetleri ile takip ederek haklarındaki bilgileri yeni unsurlarla daha da geliştirmiştir. Latîfiyi, onun tanıyamadığı, yahut eserinin yazılışından sonra yetişmiş şairlerin hal tercümeleri ve mevcuda ilâve ettiği farklı bilgi ve örneklerle, çeşitli noktalardan tamamlayan Ahdînin kadrosu da ele aldığı şairlerin daha sonraki durumları ve haklarındaki eksik bilgiler, yahut tanımak fırsatını bulamadıklarının atlanmış hal tercümeleri yönünden, kendisini takip eden Âşık Çelebi, Hasan Çelebi ve hattâ Riyâzî tezkirelerinde oldukça tamamlanma imkânına kavuşmuştur.
Gülşen-i Şuarâ bu itibarla XVI. asrın kendinden evvel ve sonraki büyük veya şöhretli diğer tezkireleri arasında, devraldığı ve devrettiği şairler kadrosu bakımından bir aracı ve zemin hazırlayıcı olmak rol ve vazifesini yerine getirmiştir.
Gülşen-i Şuarâ 'ya asıl değer ve ehemmiyet kazandıran taraf, onun isim ve hal tercümeleri başka hiçbir tezkire ve herhangi bir eski kaynağa geçmemiş, büyük çoğunluğu imparatorluğun doğu bölgesinden olan şairleri tesbit etmiş olmasıdır.
İran ve Azerbaycan'ın bir kısmını içine alacak surette esas mihver Irak olmak üzere imparatorluğun doğu cihetinden Suriye ve Mısır'a kadar uzanan bir sahada yetişip çağının başka tezkire müelliflerine meçhul kalmış mühim miktarda şairin varlığından ancak Ahdîmin tezkiresi ile haberdar olunabilmektedir.
Gülşen-i Şuara'nın kendileri hakkında tek ve ilk elden kaynak durumunda bulunduğu bu şairlerden bazılarına sonraki tezkire müellifleri temas etmek isteseler bile yeni herhangi bir bilgi ilâve edememişlerdir. Ayrıca haklarında söyleyebilecekleri fazla bir şeyleri olmadığı veya bazılarını ise ehemmiyetli bulmadıkları için onları eserlerinin kadrosu dışında bırakmışlardır.
Başka eski kaynaklarda ele alınmış olmayıp da yalnız Gülşen-i Şuarâ'da yer bulan şairlerin sayısı 150'-yi aşmaktadır. Künhü'l-ahbâr'ın, Ahdîyi küçümseyen o bilgili ve tahkiki kuvvetli mağrur müellifi Âlî gibi bir şahsiyet bile. Bazı hal tercümelerinde ondaki bilgilere yeni hiçbir şey katamayarak aynı muhteva ile onu nakil ve tekrarlamak mecburiyetinde kalmıştır.
Bahis konusu ettiği şairlerin seçiminde titiz bir ölçü kullanmak yerine, şiir vadisinde kalem yürüten bir şahıs olmak şart ve sıfatı ile tanıdığı, haberdar olabildiği kimseleri bir müşkülpesentlik uğruna feda etmeksizin, eserinde mümkün olduğu kadar çok sayıda şairi toplayacak geniş bir kadro tesis ve tesbitine ehemmiyet veren Ahdî. çok müsamahalı bir davranışla her meslek ve mevkiden şiir heveskârlarına, bilhassa yetişmekte olan genç şairlere tezkiresini açık tutmuştur. Bu arada ona Bağdat ve çevresinden mümkün olduğu kadar çok sayıda şair katmak gayreti eserinin yeni tertibinde daha da ağır basmaktadır. Bütün bu taraflarına mukabil Ahdînin tenkit zihniyetinden büsbütün uzak kaldığı söylenemez. Yeri geldikçe onun da bazı şairlerin sanat yönleri, hatta yaşayış ve davranış şekilleri üzerinde ten-kidî görüşlerini ifade etmekten kaçınmadığı görülür.
Hal tercümelerinde, şairin doğduğu yer ile mesleğinin ve bulunduğu son durumun ne olduğunu belirten bir çerçeve ile yetinen Ahdî. bunun dışında biyografik tafsilât yerine, o şairin sanatını ve şiirlerini tavsif ve değerlendirmeye yönelik ifadelere çok daha ağırlık verir. Bu tavsiflerinde şairlerin çoğu hakkında birbirinin benzeri ifadeler kullanması, hükümlerinde hemen hemen hep aşırı mübalağalara kaçan bir medih yoluna gitmesi yanında, bahis konusu şairlerin eserlerini belirtmeye çalışmayı ihmal etmesi gibi bazı zayıf taraflarına karşı Bakî, Fuzûlî, Rgânîye dair söylediklerinde görüldüğü üzere zaman za
Ahdî, kendinden önce Sehî ve Latîfiye örneklik yapan Câmînin Bahâristân'ı ve Ali Şîr Nevârnin Mecâlisü'n-nefâis'inde olduğu gibi biyografik bilgilerde sınırlı noktalarla yetinmekle beraber, fazla olmasa da bazı hal tercümelerinde teferruata açılmış, zaman zaman şahsî müşahede ve hâtıralarından gelme anekdotlara dahi yer verdiği olmuştur.
Âşık Çelebi'nin de takdir ettiği üzere yürüttüğü iyi tahkik neticesinde, kendine gelinceye kadar hal tercümeleri hiç kay-dolunmamış yüzlerce şairin doğum yerlerini çok az yanlış veya atlama ile tesbit etmeyi başarmıştır.
Âşık Çelebi'den bu yana Türk şuarâ tezkireciliğinin tekâmül gösterdiği devreye ait eserlere kıyasla onlardaki teferruat ve tafsilâtı bulamamaktan dolayı mühimsenmek istenmeyen tezkiresinin ikinci tertibinde Ahdînin yıl ve tarih kaydı düşmeye daha çok dikkat ettiği görülmektedir. Edirne ve İstanbul'da iken içinde bulunduğu edebî muhitlerden kazanılmış bir zevkle Ahdînin çok iyi bir seçici meziyeti gösterdiğini ve ele aldığı şairlerin şiirlerinden en güzel örnekleri seçip vermesini bildiği de ilâve edilirse, lâyıkıyla görülmemiş yönleri ile tezkiresinin gerçek hüviyet ve değeri biraz daha aydınlatılmış olur.
Âşık Çelebi, 971'de (1564) müsveddesini tamamladığı sırada tezkiresinde henüz yer bulmamış olan Ahdîyi, eserinde iyi bir araştırma yürüterek zengin bir şair kadrosu tesbit edebilmiş olması bakımından takdirle karşılar.
Müverrih Âlî, Ahdînin Irâk-ı Acem'den gelme, Acem kültürü ile yetişmiş çoğu edebiyatçılar gibi Osmanlı şairlerine yüksekten bakmayıp hükümlerinde müsbet ve tarafsız davrandığına dair Âşık Çelebi'nin görüşünü benimsemekle beraber, kendisinden ve eserinden küçümseyen bir dille bahseder.
Yeni şekli üzerinden bir on beş on altı yıl geçtiği sıralarda Riyâzî, Gülşen-i Şuara'nın artık bir köşede unutulmuş bir eser durumuna düşmüş olduğundan dem vurur. Öte yandan dostu ve hemşerisi Bağdatlı Ruhî’den ise Ahdînin tezkiresi ile Bağdat'ta ne dereceye kadar yaygın bir nam salmış olduğunu öğreniriz.
Yetiştiği kültür muhitinden olmaları dolayısıyla Ahdînin hususi bir alâka göstererek yaptığı zengin tesbitler, XVI. asırda Osmanlı ülkesine gelmiş İranlı ve Azerî şairleri, diğer tezkirelerden çok daha etraflı bir kadro içinde tanıyıp takip etme imkânını verir. Bu yönü ile Ahdî tezkiresi, XVI. asrın ikinci yarısında Osmanlı dili ve edebiyatının İran ve Irak kesimindeki tesir ve nüfuzunu aksettiren başlı başına bir vesika değerini taşımaktadır.
Ahdî, şahsî temas ve yakınlığı dolayısıyla diğer bazı çevrelerin şair kadrosunu da başka tezkirelerden çok daha tam olarak tesbite muvaffak olmuştur. Öbür tezkirelere girmeyen bir kısım Konya Mevlânâ Dergâhı şairleri onun eserinde yer aldığı gibi, II. Selim'in etrafındaki, sayısının yirmi olduğu Peçevî tarafından bildirilen şairleri, daha fazlası ve içlerinde hiçbir tezkireye geçmemiş olanları ile birlikte yine Ahdîde bulmak mümkün olmaktadır.
Kendisi de bir hattat olması itibariyle hat sanatından çok iyi anlayan ve bahis konusu ettiği şairlerin bu cephesini belirtmeye hususi bir dikkat gösteren Ahdînin vukuflu tesbitleri ile Gülşen-i Şuarâ XVI. asırda Osmanlı ülkesindeki hat sanatkârlarının tanınmasına yardım edecek zengin kayıtlar taşıyan başlı başına bir kaynak teşkil etmektedir.
Riyâzînin unutulmuşluğa düşmüş gibi göstermek istediği Gülşen-i Şuarâ, geçmiş asırlarda Abdurrahman Hibrî’nin Edirne tarihi Enîsü'l-müsâmirîn'i ve Esrar Dedenin Mevlevi"şairleri tezkiresi gibi eserlere kaynak oluşundan başka, XIX. asrın ilk yarısında, Ham-mer'den bu yana Atâ Bey'in Enderun Tarihi, Ahmed Bâdînin Riyâz-ı Belde-i Edirne'si ve Sicill-i Osmânî'yi takiben günümüzde de Abbas el-Azzâvînin Târîhu'l-zIrâk gibi eserlerin başta gelen müracaat kaynaklarından biri olarak görülmektedir.
Veliyyüddin Efendi Kütüphanesinde mevcut, fakat matbu kataloga geçmemiş bir nüshası istisna edilirse, Cumhuriyetten önceki yıllarda sadece hususi ellerde bulunduğu için eserden yeterince istifade edilememiştir. Halet Efendi Kütüphanesi'ndeki nüshası ise katalogda Safâî Tezkiresi olarak gösterildiğinden bilinememiştir. Bu sebeple edebiyat tarihi sahasındaki eser ve yazılarda üstünde durulmayan, arada bahis konusu olsa bile hemen hemen Fuzûlî münasebetiyle ele alınmış olan Ahdî tezkiresi, günümüzde umumi istifadeye açık kütüphanelere birçok nüshasının girmesine paralel olarak, artık kendisine sık sık müracaat edilip faydalanılan ve değeri farkedilmiş bir kaynak olma durumuna yükselmiştir.
Meydana çıkmamış olmaları yahut da bulundukları yerlerin bilinmemesi dolayısıyla nüshalarının pek az olduğu sanılarak rağbet bulmadığı, hatta unutulduğu bile ileri sürülmüş olan Gülşen-i Şuard'nın hususi ellerdekiler hesaba katılmazsa, Türkiye'de umumi kütüphanelere geçmiş en az dokuz, yabancı ülkelerde de altı nüshası vardır. Türkiye nüshalarından yedisi İstanbul kütüphanelerindedir.
Eldeki nüshaların çoğu eserin üç ravzalı ilk tertibine aittir:
1. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi (İbnülemin Kitaplar;, nr. 3111);
2. Süleymaniye Kütüphanesi (Halet Efendi Eki, nr. 107);
3. Beyazıt Devlet Kütüphanesi (nr. 10622);
4. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi (Hazine, nr. 1303);
5. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi (TY, nr. 2604, yeni tertibin 3. ravzası sonradan derkenar suretinde ilâve);
6. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi (TY, nr. 9598, 1335/ 1917de yapılmış en yeni istinsah);
7. Ankara Genel Kitaplık (yeni adı ile Adnan Ötüken Ktp., nr. 47);
8. İzmir Millî Kütüphanesi (nr. 801/ 2);
9. Viyana (Flügel, II, 379);
10. Marburg (Staatsbibliothek, M. or.oct. 3449/2);
11. Leningrad Üniversitesi (Şark Elyazmala-rı Şubesi, nr. 16);
12. Kahire Dârü'l-kütü-bi'1-kavmiyye (Dağıstânî, Fihristü'l-kütü-bi't-Türkiyye, s 216: Ahdî hayatta iken Bağdat'ta istinsah edilmiş bir nüshadır). Sayıca daha az olup doğrudan doğruya dört ravzalı yeni tertibe ait nüshalar da şunlardır:
13. Millet Kütüphanesi (Ali Emîrî, Tarih, nr. 774-24 Şevval 1014);
14. British Museum (Ad 7876, Rieu, s. 76); is. Bibliotheque Nationale (Suppl. Turcs, 518).
Bu tablo, Gülşen-i Şuard'nın bir köşede unutulmuş, rağbet bulamamış bir eser olmak şöyle dursun, ne derece ihtiyaca cevap veren, okunup aranan bir kitap olduğunu apaçık ortaya koymaktadır.
Bağdatlı İsmail Paşa ve onun da dayandığı Köprülüzâde Mehmed Paşa Kütüphanesi Defteri, Ahdîye Marıza-rü'l-ebrâr adlı bir eser atfeder. Bu durum, kütüphanenin Köprülüzâde Ahmed Paşa kısmında 294 numarada kayıtlı kitabın ferağ kaydında müstensih sıfatıyla yer alan Ahdî adının, eserin müellifine ait gibi sanılmasından ileri gelmiş bir hatadır.
Öte yandan aynı kütüphanenin yeniden tanzim edilen ilmî katalogunda da isim benzerliği dolayısıyla eser Şemsî Kâdî Sincan'a (ö. 841/1437-38) ait gösterilmektedir. Gerçekte ise Ahdinin hattı ile Cemâziyelevvel 975'-te (Kasım 1567) istinsah edilmiş ve adı da doğru şekli ile Manzar-ı Ebrâr olan eser, babası Şems'in olup 954'te (1547) Kanunî Sultan Süleyman adına kaleme alınmıştır.
Türk ve İran edebiyatlarındaki yaygın geleneğe uyulup Nizâminin Mahzen-i Esrâr'ına nazire olarak yazılan bu 2256 beyitlik Farsça mesnevi, tıpkı onun gibi din, tasavvuf, ahlâk ve fazilet bahisleri üzerinde "makale" adı verilmiş yirmi küçük fasıl ile bunların her birinin sonuna konulan ufak hikâyelerden meydana gelmiştir.
Manzar-ı Ebrâr da Kanunî hakkında uzunca bir methiyenin yanı sıra Osmanlı sultanlarının adaletinin ve Osmanlı vezirlerinin methedildiği parçalar bulunduğu gibi, Timur tarafından Bağdat'ın tahribini ve Kanunî devrinin harap şehre getirdiği mamurluğu anlatan müstakil bir fasıl dikkat çekicidir. Bu eserle Ahdî'nin, babasının Kanunî adına yazmış olduğunu haber verdiği üç mesneviden birini tanımış oluyoruz. İnce talik hat ile istinsah edilmiş olan bu kitap aynı zamanda Ahdî'nin hattatlığının da bir vesikasını ortaya koymaktadır. Sâm Mirza, Şemsinin Molla Câminin Suhbetü'l-Ebrâr' yolunda Sıdk u Safa adlı diğer bir mesnevisi ile bir de divanı bulunduğunu haber veriyor.
XVI. ve XVII. asır şiir ve nazire mecmualarında aynı mahlaslı öteki şairlerden ayrı olarak şiirlerine sık sık rastlanan Ahdî, divan şiirinin estetiğine iyice hâkim ve küçümsenemeyecek bir şair hüviyetini gösterir.
Onun şairliği ve bilhassa Osmanlı Türkçesi'ni çok iyi kullanması tezkirecilerce takdirle belirtilmiştir.
Tezkiresine aldığı şairlere nazireler söylemekten hoşlanan Ahdî'nin kasideleri de bulunmakla beraber asıl tercihi gazel tarzındadır. Nitekim gazelleri ile kazandığı şöhret, onun bu tarafı üzerinde dostu Bağdatlı Rûhî'nin takdir ve ısrarla durduğu mısralarda en selâhiyetli ifadesini bulmaktadır.
Uzun yıllar Ahdî ile arkadaşlık yapan tezkire müellifi Sâdıkî-i Kitâbdâr ise onun divanından dahi söz etmektedir.
Yazma mecmualardaki şiirleri derlendiğinde bir divançeyi rahatlıkla aşacak miktarda bulunan gazellerinden otuz üç tanesini, kardeşi şair Murâdî'nin el yazısı ile bir araya getiren bir mecmua parçası bugün eldedir (DTCF Ktp., İsmail Sâib Sencer Kitapları, nr. 1/5579).
Müverrih Âlî'nin belirttiğine göre Ahdînin mahlası önceleri Mehdî idi. Riyazinin onun adını Mehdî olarak göstermesi bundan ileri gelse gerektir.
Ahdinin aile fertlerinde şiire karşı soyca benimsenmiş bir alâka görülmektedir.
Çeşitli eserler meydana getirmiş, tezkirelere geçmiş babasından başka, bir müddet Erdebil'de Şah İsmail'in oğlu Sâm Mirzâ'nın arkadaşı olan büyük kardeşi Rızâî (ö. 963/1556) ile küçük kardeşi Murâdî, amcası Hüseynî (ö. 985/1577), onun oğlu ve kendisinden Sâm Mirza tezkiresinde de bahsedilen divan sahibi Rindî (ö. 993/1585), onun da oğlu Zühdî ve ayrıca akrabalarından Hürremî, Farsça'ları yanında Türkçe şiirleri ile de Ahdinin tezkiresinde yerlerini alırlar.