Yazar Adı : | İlim Dalı : Tasavvuf |
Konusu : | Dili : Türkçe |
Özelliği : | Makale Türü : Müstakil |
Ekleyen : Nurgül Çepni/2009-07-12 | Güncelleyen : /0000-00-00 |
Mesnevi Terbiyecisi Ve İnsanlık Alemi II
Hayâtı boyunca kemâlini ve cemâlini insanların üstüne akıtan ve el koyduğu ham malzemeden âbideler kuran bu yüce terbiyeci, bu dilâver kahraman, bu pervasız mücâhid de pek tabiî ki ele aldığı insanlar tarafından ele alınacaktı. Nitekim daha şu gök kubbenin altında, cübbesinin etekleri uça uça, evinden medreseye gidip geldiği günlerde üstüne çevrilen eğri doğru, garazlı garazsız, anlayışlı anlayışsız hükümler, o zamandan bugüne kadar uzayıp gelmiştir. Böylece de yedi-yüz yıldır gerek ilim dünyâsı gerek tasavvuf çevreleri ve hattâ taassubla kararmış dar kafalar, alâka ve dikkatlerini bu âbidenin üstünde tefsir ve terkibini yapmaktan bıkıp usanmamıştır.
Yediyüz senedenberi devam edegelen bu çekip çekiştirme bu meth ve sena ya da isnadları ile devamlı olarak alâkayı üstünde tutan o büyük insanı en fazla anlayanlar ve anladıklarını en rast ve ihlâslı çizgilerle anlatanlar dahî, şüphe yok ki, bizzat kendisi kadar kendisini anlayamamış ve anlatamamıştır. Hattâ bütün ömürlerini Mevlânâ'yı tedkîk, tefsir ve şerhe hasredenlerin bile gene kendini kendisi gibi beyâna muktedir olamadıkları bir gerçektir.
Öyle ki Mesnevîhânlığı icazete bağlı bir meslek hâline getirmiş olanlar veya kürsülerine, enstitülerine alan ilim çevreleri, onu bize kendi kendini tanıttığı ölçüde ayan ve beyân etmekten âcizdir. Nasıl ki güneşten nimetlenen yeryüzü ve yeryüzünde yaşamakta olan insanlar, bu aydınlatıcı, ısıtıcı hayat kaynağını ne kadar bilseler ve bildirseler, elbet güneş olamazlar.
Şu halde Mesnevî denen birlik ve aşk tufanı ile beşeriyetin karşısına kâh realist bir sanatkâr, kâh tefekkürü ve imânıyle göz kamaştıran bir hakîm, kâh işe hikmet ve rahmet olarak çıkan Mevlânâ'yı, bizzat kendisinden dinlemek, başkalarından dinlemekten elbet yeğdir. Zîra insanların kulağını büken, dertlerine derman olan Mevlânâ Celâleddîni Rûmî'nin Mesnevî'si, kendisi ile insanlar arasında kurulması lâzım gelen köprünün tâ kendisidir.
Hele dünyânın tehlikeli bir hızla mekânikleştiği bu asırda, Âdemoğlunun tasavvuf ve Mesnevî kültürüne ihtiyâcı, şüphesiz; her zamankinden daha fazladır. Zîrâ bugün azgın tabiat kuvvetlerini kontrolü altına almış ve hizmetine koşmuş olan insanoğlu, bir yandan da esîr ettiği bu zorlu kuvvetler tarafından esîr alınmış bulunuyor, öyle ki, teknik araştırma ve buluşlarının gururu ve büyüklük hislerinin gafleti, maddesi ile mânâsı arasındaki kapıyı örtmüş ve onu dış tabiatının zindanına hapsetmiştir.
Artık yirminci asrın insanları, kendilerini yalnız et, kemik ve kandan ibaret bir mahlûk olarak görmek ve sâdece etine kemiğine hizmet etmek dalâleti içindedirler. Bu yüzden de bizzat hâmil oldukları gerçekleri arayıp sormaz ve hattâ seçemez olmuşlardır. Netice itibariyle kendi kendine yabancı hattâ düşman kesilen bu insan, sevgiyi unutmuş, imândan, ihlâstan habersiz kalmış, sonunda da üstüne çöken egoizme teslim olarak, onun emrinde, çevresini yıkar döker, ezip perişan eder hâle gelmiştir.
Mademki insan denen bütün, madde ve mânâ olarak ikiye bölünmek suretiyle birbirine geçit vermez, birbirinin dilinden ve nefesinden anlamaz hâle getirilmiştir. Şu halde ondan zuhur eden hayvânî saldırışları, iğrençlik ve bayağılıkları da tabiî bir netice olarak görmek îcabeder. Ama aynı insan, günün birinde maddesi ile ruhunun ayrılığından doğan vahîm neticeleri görerek telâşa düşer de, ha yat felsefesini yeni bir plân ve nizâm üstünde düzenlemek yoluna gidecek olursa, işte kurtuluşunu sağlayacak tefekkür ve imânı her halde mazinin verimlerinde aramak basiretini gösterecektir.
XIII. yüzyılı dölleyip, gelecek zamanların medeniyet zürriyetini hazırlayan dünyâ görüşü, bugün de, ona talip olduğumuz takdirde, şu ağzının tadı kaçmış ve benliği şahlanmış dünyâya da elbet el uzatıp yol gösterecektir. Yeter ki biz insanlar, O cömert vericinin karşısında iyi niyetli bir alıcı olabilelim.
Şüphe yok ki Âdemoğlu, Mesnevi irfanını, Mesnevi kültürünü hazmedip bu felsefeyi hayâtına bir solüsyon gibi karıştırarak amel edecek olsa, yine dünyânın yüzü güler, yine, fesat, zulüm ve adaletsizlik azınlık hudutlarına çekilerek silinip gizlenir.
Mademki iş böyledir, şu halde ne duruyoruz? Neden maddemize de mânâmıza da yetecek bu nafakadan kendimizi mahrum ediyoruz? Aşikâr ki biz, altın hazînesi içinde açlıktan ölen adam gibiyiz. Mâzîden devraldığımız öyle bahâ biçümez bir mânevi servete sahip olduğumuz halde, içine hapsolup kaldığımız cehalet ve gaflet yüzünden bu hazînenin nimetleri ortasında açlıktan kıvranıp durmaktayız.
Halbuki bu varlığa yalnız biz değil, bütün insanlık âlemi muhtaçtır. Zîrâ ne kadar farklı medeniyetlerin malı olursak olalım, beşer olarak müşterek ihtiyaçlara sahip bulunmak bir yaratılış zaruretidir.
Mânevi nafakadan, rûh ijyeninden ve her türlü moral değerlerden mahrum olarak yetiştirdiğimiz nesiller, vicdan, ahlâk, vazife ve mes'ûliyet şuurundan da boş olarak hayâta atılıyorlar. Neticede de cemiyetin yüz ağartıcı bir elemanı olacak yerde, bir yüz karası olarak kadro dışı ediliyorlar.
Halbuki en azdan, biz de o suçlular kadar suçlu sayılırız. Zîrâ insanlık târihi göstermiştir ki, cemiyetleri dört başı mâmur terbiye ve formasyona götüren, ne kânunların baskısı ne de ceza müeyyidelerinin korkusudur. Bir vicdan ve imân terbiyesinin okşayıcı müdâhalesi olmadan hayvani zaafların kisve değiştirip yüksek vasıflar ve faziletler hâline gelmesi hemen de mümkün değildir. Koruğun şeker gibi tatlanması için güneşin terbiyesine nasıl ihtiyâcı varsa, salkım salkım dünyâyı dolduran ekşi ve buruk kütlelerin de kıvama gelmesi için ısıtıcı ve hayat verici bir mânevi güneşe ihtiyaçları aşikârdır.
Ağacın kökü hasta ve çürük olursa, ondan sağlam meyve beklemek safdilliğin tâ kendisidir. Bu yüzden de asıl alâka ve himmet bekleyen köktür. Yâni kütlenin bütününe hitâb edecek, bütününü içine alacak kültür hayâtıdır. Biz ise toprak altında, gözlerden ırak ve kendi dertleriyle başbaşa can çekişen kökün hâlini sormuyor, derdine el vurmuyoruz. Ancak onun toprak üstünde ve göz önünde olan çürük ve bozuk mahsullerini gördükçe kızıyor, üzülüyor, öfkemizi alamayınca da cezaya çarptırıyoruz. Halbuki kanunların ezici yumruğu, değil arkadan gelecek nesillere, o yumruğu yemiş olanın kapı komşusuna ve hattâ kendisine dahî bir salâh ve ibret sebebi olamaz. Belki de te'sîri sâdece bir göz dağından ibaret kalır. Zîra insanoğlunun iyiliğe meyletmesi ve ibret gözünün açılması, ancak ve ancak kendine kendinden selen ihtar ile mümkün olur. Kânuna karşı kaçamak aramak, mazeret bulmak, suçlunun başlıca sarıldığı çâredir. Ama aynı aldatmacayı vicdanına karşı kullanamamak, ancak, bir vicdan dünyâsı teşekkül etmiş ve mesuliyetlerini kazanmış terazili bir anlayışın kârıdır.
Şu halde beşeriyete kurtuluş, selâmet ve huzur yollarını açan, her kavme, her cins, her mezhep ve topluluğa hitâb eden Mesnevî'ye, neden kulak vermiyoruz? Neden onu, günü geçmiş, işi bitmiş bir kitap olarak, sâdece kütüphanelerimizde saklıyoruz? Artık dünyânın canı boğazına gelmiştir. İnsanlık âlemi, bir uyarıcı, bir oldurucu ve rast sesin, hakikate açılmış bir muhabbet kapısının yokluğu ve ızdırabı içindedir. Bilsek de bilmesek de, söylesek de gizlesek de bu budur. Onun için Mevlânâ denen insanlık dostuna sırtımızı çevirmiyelim ve Mesnevi denen, âbide eseri tozlu raflardan indirip hayâtımızın içine sokalım ve başımızı elimizin içine alıp ondan ne türlü faydalanmak lâzım olduğunu düşünelim. Ve nihayet bu yüksek voltajlı enerji ile, donmuş katılaşmış ruhlarımıza, basiret ve akl-ı selimini aldırmış idrâkimize yine ondan akan hareket ve bereket ile şuurlu bir istikâmet, mânevi bir refah sağlayalım.
Fakat nice zamandır ekilip sürülmekten, ayıklanıp temizlenmekten mahrum kalmış çorak ve kıraç dünyâmıza, Mevlânâ gibi bir ölümsüzü yardımcı olarak çağırırken, dikkat edilmesi gerek bir nokta olduğunu unutmamak lâzımdır. Şöyle ki, büyük velînin adı etrafında söylemiş olduğumuz bütün bu sözlerden maksat, hâşâ, onu bir pazar eşyası, bir kâr tuzağı, bir ticâret metâı ve dolayısıyle de Konya şehrini bir seyyah uğrağı hâline getirmek gayreti değildir.
Gerçi Mevlânâ'nın, içinde tatlı acı ömür geçirdiği Konya'sına bütün dünyâ rağbet etse revadır. Fakat, dâva ne Konya'nın bir seyyah şehri olması ne de Konyalı'nın misafirlerini ağırlayıp bir turizm hareketini yüz akı ile idare etmesidir. Konya şehrine kafile kafile konup göçmek gerçekten zevk ve bir haz hatta bir nevi sevgi borcudur. Mevlânâ'nın beldesini ziyaret, karanlıkları yırtan manevî şimşek misâli, insanın tâ içine işleyen bir aydınlık demektir. Fakat biz, içinde bulunduğumuz zulmeti, böyle anî ve fânî parıltılarla yenemeyiz. Bir çakıp bir sönecek zevklerden ziyâde, zifirî karanlık cehaletimizin üstüne doğacak bir güneşe ihtiyâcımız büyüktür.
Yüce velinin bizzat dediği gibi, zikir ancak fikri harekete geçirir. Bizim bu ziyaretlerimiz de, bir nevi zikir demektir. Fakat yeter bir zikir değil. Mesnevisi içinde yediyüz yıldır yaşamakta olan Mevlânâ ile memleket çapında haşır neşir olmak, onun fikriyatı ve maneviyâtı ile bir sistem ve şuur dâhilinde alışverişe geçmek lâzımdır. Bakın Molla Cami ne diyor: «Her kim Mesnevî'yi akşam sabah okursa ona cehennemin ateşi haram olsun.»
Bir mânâda cehennem ateşi, gaflet ve cehalettir. Zîrâ insanoğlunu gaflet ve bilgi noksanının sürükleyeceği hatâlar, ıztırabın ve ateşin tâ kendisidir. Şu halde cemiyete soluk aldırmak ve içine düştüğü gaflet gayyasından kurtarmak için, aşkı ile, îmânı ile, felsefesi üç dünyâ görüşü ile, gelmiş ve gelecek ulular kafilesinin baş tacı Mevlânâ'yı irfan hayâtımıza mâl etmek, kültürümüzün içine
almak, unutmayalım ki beşerî olduğu kadar millî bir borçtur.
Evet, vatan sathına şâmil bir rehbere, etrafında toplanacağımız bir rehbere olan ihtiyaç, artık inkâr götürmez bir hakikattir. Beşeriyetin en müşkül zamanlarında gelip yetişmiş o ulular bugün huy mu değiştirdiler ki bizden kaçsınlar? Kaçan onlar değil, biziz. Eğer sevmesini, inanmasını, bağlanmasını bilirsek, bir yeni doğuş, bir taze hayat ile târih kaderimiz içindeki yolumuza devam edebiliriz.
XIII. asır Anadolu'sunun şifasız illetler, cılk yaralar gibi işliyen muzdarip ve huzursuz haritasını aşkları ve îmânları ile uyandırıp istikbâle hazırlayan Mevlânâlar, Yunuslar neden aynı coğrafyayı, gelecek zamanların hikmetli ve şuurlu medeniyetine hazırlamasınlar. Onlar ki ezelden ebede var olan, buyruk yürüten, sözü geçen âbide insanlardır. Fâniliği yenmiş bu erler, erenler, ulular, avucunu açanı boş döndürmez, kapılarına geleni boş çevirmezler. Yeter ki istemesini, almasını ve her birini irfan hayâtımıza mâletmesini bilenlerden olalım.
Türk Edebiyatı Dergisi, sayı:27, s. 15. Mart 1974