Hit (766) M-2218

Ehl-i Sünnet özel Sayısı -TAKDİM -  Yaşar kaplan 

Yazar Adı : Yaşar Kaplan İlim Dalı :
Konusu : Dili : Türkçe
Özelliği : Makale Türü :
Ekleyen : Fıkıh Dersleri/2019-02-03 Güncelleyen : /0000-00-00

Ehl-i Sünnet özel Sayısı -TAKDİM -  Yaşar kaplan 
    Niçin bir "Ehl-i Sünnet özel Sayısı"?
    Böyle bir özel sayı düşüncesi de nereden çıktı?
    Ne gereği vardı şimdi bir "Ehl-i Sünnet Soruşturması" yapmanın?
    Ne maksatla giriliyordu böyle bir işe?
    Anlatacağım.
    Sıcak mı sıcak bir yaz günüydü. Genellikle olduğu gibi gene seyahatteydim o Temmuz. Yanımda bir-iki de yol arkadaşım vardı. Birlikte, bizim için hazırlanmış proğram dahilinde ziyaretlerde bulunuyor, yeni yeni simalarla tanışıyor, eskiden tanıştıklarımızla hasret gideriyorduk. Ziyaret etmekte olduğumuz şehirden bize katılmış birkaç arkadaşla birlikte, ziyaretinde bulunmamız istenen esnaftan birisine uğradık. Bir saatçi dükkanıydı burası. Dükkân sahibi zat, şeklen sünnete ittibâ eden birisi izlenimi veriyordu ilk bakışta: özenle düzeltilmiş sakalıyla nurâni bir yüz, yeşile çalan renkte uzunca bir üstlük ve belirgin bir esans kokusu... Hoşbeşten sonra, dükkân sahibi müslüman, ne yapmak istediğini ilk anda anlayamadığımız için meraktan açılan gözlerimiz kendisine dikilmiş bir halde, sağ ayağını ayakkabısından özenle ve iftiharla çıkararak, oradakilerden birisinin gözünün içine sokarcasına ileri doğru uzattı ve dedi ki: "Biz Ehl-i Sünnetler çorap giyeriz."
    Dükkân sahibinin pırıl pırıl beyaz çoraplı ayağını uzatarak gösterdiği ve bizim de oraya gelmeden biraz önce tanıştırıldığımız o müslüman. Temmuz ayının aman vermez sıcağı altında çorap ve ayakkabılarla dolaşmak kendisine çok ağır geliyor olmalı ki, çorapsız ayaklarına basit bir sandalet geçirivermiş öylece dolaşmaktaydı. Saatçinin bunu bir olay haline getirdiği âna kadar ben de bunu farketmemiştim her nasılsa. Veya Önemli birşey olmadığı için gözümden kaçmış olabilirdi. Bu genç müslüman çorapsız dolaşıyordu dolaşmasına da, şimdi hepimizin gözleri önünde Ehl-i Sünnet olmamakla suçlanıyordu, çorapsızlığından dolayı. Saatçi esnafın bu çıkışını ciddiye almadığından mıydı, yoksa Ehl-i Sünnet olmakla çorapsız gezmek arasındaki ilgiyi bir anda kavrayamadığından mıydı bilemiyorum, bu genç arkadaş, kendisine söylenen bu söz karşısında hiç ses çıkarmamıştı.
    işte o anda bende bir düşünce doğuverdi.
    Toplumda demek Ehl-i Sünnet itikadını böyle anlayan insanlarımız da vardı.
    Acaba toplumumuzda daha başka ne gibi Ehl-i Sünnet telâkkileri mevcuttu? Halk arasında yerleşmiş bulunan bu gibi Ehl-i Sünnet anlayışlarıyla asıl Ehl-i Sünnet anlayışı arasındaki ilişki şimdiye kadar hiç araştırılmış mıydı veya merak edilmiş de araştırılmaya değer bulunmuş muydu?
    Bu gibi sorular kafamda gelişerek çoğaldı zamanla.
    Gel zaman git zaman, İstanbul'a bir yolum düştüğünde ise son derece garip bir başka Ehl-i Sünnet anlayışla karşılaşacaktım.
    Bir zamanlar dergi bile çıkarmış, Türkiyeli müslümanlara yol yordam göstermiş öncülerden bilinen insanlardan oluşma bir kadroda aktif görevlerde bulunmuş ve bizim pek yakından tanışmadığımız bir müslüman, her zaman mı öyle saçmalıyordu, yoksa boş bulunduğu bir anda ağzından mı kaçırıvermişti; nedenini pek anlıyamadığım ve bir yere oturtamadığım bir cümle sarfetmişti. Hasbelkader bulunduğum ve söze hiç karışmadığım bir mecliste, konuşmanın akışı içinde son derece ciddi bir edayla şöyle demişti bu müslüman: "Ehl-i Sünnet demek, ehlileştirilmiş ve sünnet edilmiş adam demektir."
    Böyle bir sözü işitmek beni gerçekten çok üzmüştü.
    Anadolu'daki herhangi bir esnafın Ehl-i Sünnet anlayışıyla, bu mücâhid bozuntusunun konuya bakışı arasında uçurumlar vardı. Bunların her ikisi de müslümandı ve bu müslümanlar, aralarında hiç değilse Üç aşağı beş yukarı bir ittifak sağlamaları gereken konuların en başında yer alan "Ehl-i Sünnet" terimi üzerinde bile böy leşine derin görüş aynlıklan içinde bulunurlarsa halleri ve âkibetleri nice olurdu?
    Sorular birbiri üstüne biniyor ve zihnimi sürekli meşgul edip duruyordu.
    Derken iyiden iyiye dalmıştım olayın içine. Toplumumuzda Ehl-i Sünnet anlayışının daha başka ne gibi görüntülerinin, ne gibi türlerinin bulunduğu konusunda kafa yormaya devam etmekten kendimi alamıyordum artık. "Ehl-i Sünnet İtikadı” adı altında toplumda neler yoktu ki!

    Kimilerine göre Ehl-i Sünnet demek, Ashabın tümünden de hayırla sözetmek, onların tarihî yanılgılarına hiç dokunmamak veya belki de onlann yanılgı içinde olabileceklerine bile ihtimal vermemek demekti. Kimilerine göre Ehl-i Sünnet demek, Edile-i Şeri'iyye’yi kabul etmek demekti; bunlardan kıyas'ı veya içtihad'ı kabul etmeyenler, yani bir başka anlatımla, sürekli bir mukallidliği tavsiye edenler demek, mest üzerine meshetmek gerektiğine inanmak demekti. 
Hattâ, Ehl-i Sünnet itikadını iki maddeye indirgeyen ve sadece bu iki maddeyle anlatan ilmihal kitapları bile vardı piyasada. Bu kara kitaplar’ın yazdığına göre, Ehl-i Sünnet olabilmek için, "1-Hz.Ebu Bekir'in Peygamber'den sonra ümmetin en faziletlisi olduğunu kabul etmek, 2- Mest üzerine meshetmenin hak olduğuna inanmak" gerekmekteydi. 
Gene piyasada satılmakta olan ve millete ansiklopedik bilgi veren bir Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat"te de Ehl-i Sünnet, "Şia'nın haricindeki İslâm mezheplerine mensup olan çoğunluk" şeklinde açıklanmaktaydı. Kimilerince Şia gibi Ehl-i Bid'at kabul edilen birçok fırka da, sözü geçen lügatteki açıklamaya göre Ehl-i Sünnet sayılacaktı.
    Toplumun daha alt kesimlerine inildikçe manzara daha da bozulmaktaydı. Bırakınız Ehl-i Sünnet'ten haberdar olmayı, İslâm hakkında bile iler-tutar  bir cümle söyleyemeyen 'tescilli müslümanlar' yaşamaktaydı aramızda. Bunlardan kimileri müslümanlığı 'sünnet olmak'tan yani "kabuk aldırmak"tan ibaret sanmaktaydılar. Kimileriyse İslâm'ı "sağlık işleriyle uğraşan", "halkın sağlığıyla ilgilenen", "sağlık açısından yararlı bir din" olarak tanımaktaydılar. Bu acı tabloyu bütün renkliliğiyle "Kamuoyu Yoklaması" bölümümüzde görebilirsiniz.
    Bu gibi sığ bakışlardan doğma görüş ayrılıkları sırf çağımıza özgü bir olaymıydı acaba? Meseleye bu açıdan baktığımızda bunun sırf bugünün sıkıntısı olmadığı, geçmişte de buna benzer sığ yaklaşımların itikadı görüş ayrılıklarına yol açtığı görülmektedir. 
Farklı bir örnek olsun diye kaydedelim ki, evvel zaman içinde Şiilik içerisinde de çok garip bir Ehl-i Sünnet anlayışı vardı. Belki bazılarınca halâ benimsenmekte olan bu anlayışa göre ise Ehl-i Sünnet demek "Muâviye taraftarı" demekti. Ehl-i Sünnet'e böyle bi kimlik çıkartınca, elbette insan ondan sonra artık gönül huzuruyla Ehl-i Sünnet aleyhtarlığı yapabilirdi, işte geçmişten bir başka ömek daha: Hicrî beşinci asırda "dünyanın sabit ve sakin olduğuna inanmak" Ehl-i Sünnet olmak için zorunluydu ve buna inanmayıp da bu görüşün karşıtı olan görüşü benimsemek yani dünyanın atomik ve hareketli olduğuna inanmak ise dalâlet sayılıyor, bu inançta olanlar da Ehl- i Bid'at olarak damgalanıyordu.

    Oysa bu konular itikadı mesele haline getirilmesi gereken konular mıydı gerçekten? En basit bir konuda bile ortaya çıkan herhangi bir görüş ayrılığını tarafların inanç bağlamında değerlendirmeye kalkışması, dolayısıyle, kendi görüşünde olmayanı sapıklıkta göstermeye çalışması nasıl yorumlanmalıydı? Gene aynı şekilde, bugünün "Ehl-i Sünnet Akaidi" adı altında piyasayı işgal etmiş olan kitaplarında yer alan maddelerden veya konulardan birçoğunun itikadı mesele halinde ele alınması ne derece doğru bir davranıştı? Örneğin, bir "mest üzerine meshetme" meselesinin itikad tartışması haline getirilecek nesi vardı acaba? Veya bir "efdaliyet" meselesi... Hz.Ebu Bekir'in ümmetin en efdali olduğu aslında tarihî bir gerçek ise de bunun bir itikad meselesi haline getirilerek ileri sürülmesi ve bu asılsız şeye dayanılarak birçok insanın canına yakılması ne kadar tutarlı bir inanış veya davranıştı? 
İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin de bu görüşü paylaştığını piyasadaki kitaplardan anlıyoruz ve dolayısıyle bu görüş tarihte kendisine güçlü bir destek bulmuş görünüyor böylece. İmam-ı Azam (Rh.A.) Hz. Ebu Bekir'in (R.A.) en üstün olduğunu dile getirirken bu konuyu sırf bir tarihî gerçek olarak mı konuşmaktaydı, yoksa konuya bir itikad meselesi olarak mı yaklaşmaktaydı? 
Bu soruya cevap bulmak için şimdilik yeterli bir araştırma gerçekleştirilebilmiş değildir daha. Aynı konuda daha sonra görüş beyan etmiş kişilerden İmam Gazali (Rh.A.) ise gayet isabetli bir yaklaşımla konuyu itikadî bir mesele olarak görmemiş, ele alış tarzıyla konuyu bir itikad meselesi olmaktan çıkarmışlır. İtikadi açıdan bakılınca, değil Hz. Ebu Bekir'in ümmetin en efdali olduğunun kabul edilmemesi, Hz. Ebu Bekir diye birisinin yaşamamış olduğunun söylenmesi için bile birşey lâzım gelmediğini açıklıkla dile getirmiştir İmam Gazali. (İmamların bu gibi görüşleri "Alıntılar I" bölümünde kendi ifadeleriyle yer almış olduğundan dolayı, biz burada herhangi bir kaynak verme ihtiyacı duymuyoruz.)
   
 Bizi bir Ehl-i Sünnet Özel Sayısı hazırlamaya ve bir Ehl-i Sünnet Soruşturması açmaya götüren nedenlerin hepsi bunlardan ibaret değildi kuşkusuz. Yaşadığımız bir ülke olarak Türkiye’yi, üzerinde durduğumuz bu konu bağlamında değerlendirdiğimizde, derin çelişkiler ülkesi olarak görmekteydik. Açıkça görülmekteydi ki müslüman kitle dinî yayınların sömürüsü altındaydı. Müslüman kitlenin din duygusu ehil olmayan insanlar ve düzeysiz yayınlar tarafından sömürülmekteydi. Nereden ve nasıl geldiği belli olmayan (veya pekâlâ belli olan) ve ilmî gerçeklerle bağdaşmayan (çünkü ilmî verilere dayanmayan) bir yığın kitap ve bu kitaplarla birlikte ortalığı bulaşıcı hastalık gibi saran garip düşünceler... 
Çağdaş bütün reklâm ve propaganda araçlarının yardımıyla etrafına azımsanamayacak derecede bir kalabalık toplayabilmiş ve kendi uydurma Ehl-i Sünnet anlayışların, yahut artık ilim açısından da, tarih açısından da hiçbir hükmü kalmamış bazı görüşlerden oluşma Ehl-i Sünnet anlayışlarını etrafındaki kalabalığa şu veya bu yollarla benimsetmiş ve bir yafta olarak kullandıkları "Ehl-i Sünnet" tâbirini kendi kısır ve insafsız politikalarına alet etmeyi meslek haline getirmiş; kendi kafalarına ve kısır düşüncelerine göre son derece daralttıkları ve sınırlarını yeniden belirledikleri İslâm dairesine kolay kolay kimseyi almak istemeyen ve kafalarının kızdığı, gözlerinin tutmadığı herkesi İslâm dışına sürme hakkına sahip olduğunu sanan, işlediği bu gibi cürümlere de gayet şer'i kılıflar bulmuş görünen, islâm'ın ve Ehl-i Sünnet itikadının bir numaralı bekçisi havalarına girmiş birtakım garip ve zavallı insanlar..
 Bu bağlamda değerlendirilmesi gerekenlerin pekçoğu Ehl-i Sünnet ten sözederken aslında kendi çevrelerinin Ehl-i Sünnet itikadı zannederek benimsedikleri görüşlerini dile getirmektedirler. Benimsedikleri "Ehl-i Sünnet" kitaplarında yazılı olan ve kabulü dince zorunlu olmayan görüşleri herkese maletmek istediklerinde, bu görüşleri kabul etme ihtiyacı duymayanlar, belli ki artık doğrudan doğruya sapık insanların da bir Ehl-i Sünnet anlayışları vardı ve onlar da kendi açılarından bakarak daha başkalarını pekâlâ dışlayabilirlerdi. Ortam buna son derece müsaiddi nasıl olsa.
    İslâm elbette ki sıriırlarmı bozan ve daraltan, buna karşın dinin muhafızı geçinen öteyandan kendileri gibi düşünmeyen ve kendi çizgilerinde yer almayan kimseleri ise "din tahripçisi" olmakla suçlayabilen dar görüşlüler karşısında sessiz kalamazdı. Türkiye'de bu bağlamda bazı mücadelelerin varlığından değerli okuyucularımız habersiz olmasa gerektir. Bu bakımdan biz burada aktüaliteye dalmaya ihtiyaç duymuyoruz. Fakat bu gibi çekişmelerin toplumsal boyutları üzerinde durulması ve bunların müslüman kitle üzerindeki etkilerinin irdelenmesi gerektiğine inanıyorduk öteden beri.
    Ehl-i Sünnet itikadına bakış yönünden "çelişkiler ülkesi" olarak değerlendirdiğimiz Türkiye'de varlığını bütün ağırlığıyle, bütün somutluğuyle hissettiren bu yanlış gidişe işaret edilmesi zorunluydu. Çünkü bu yanlış gidiş öylesine vahim boyutlar kazanmıştı ki, bir insan çıkıyor, "Ehl-i Sünnet", "Ehl-i Sünnet âlimleri" gibi sözleri ağzından hiç düşürmüyor ve her sözünü Ehl-i Sünnet çerçevesi içinde söylüyormuş gibi bir edayla konuşarak harcamadık değer, karalamadık insan bırakmayabiliyor. Hoşuna gitmeyen ve kendisi gibi düşünmeyen, daha doğrusu, korumaya çalıştığı bazı gayr-i İslâmî şeyler için tehlikeli saydığı her müslüman ' düşünüre iftira etmekten asla geri durmayabiliyor. 
Örneğin Fâideli Bilgiler diye bir kitap yazıp bu kitabı Ahmet Cevdet Paşanın kaleminden çıkmış gibi göstererek piyasaya sürebiliyor. Bu kitapta çağdaş müslüman düşünür ve araştırmacılardan Mevdudi'lere, Seyyid Kutuplara, Muhammed Hamidullah’lara Ahmet Cevdet Paşa imzası altmda söylemediğini bırakmayabiliyorlar. 
Gariptir; okuyucu da "Ahmet Cevdet Paşa’nm çağı nere, Mevdudi'lerin, Seyyid Kutupların çağı nere! Ahmet Cevdet Paşa kendisinden bilmem kaç yüzyıl sonra gelmiş bu insanları nasıl eleştirebilir? Bu işin içinde bir iş olmalı," diye düşünemiyor olmalı ki bu türden kitaplar binlerce kişi tarafından okunmaya değer bulunabiliyor. Çünkü, görmeyen, duymayan, düşünmeyen bir okuyucudur bu okuyucu. 
Sözügeçen çağdaş düşünür ve araştırmacılarımızın görüşlerinin olduğu gibi kabul edilip edilemeyeceği veya Ahmet Cevdet Paşa’nm bugün yaşıyor olması halinde onların görüşlerine karşı çıkıp çıkmayacağı varsayımı tamamen ayrı bir konu. Burada sırf memleketin içinde bulunduğu derin çelişkilere işaret etmek için birkaç ömek serdetmekti amacımız.
    Sözünü ettiğimiz bu yanlış gidiş ve bizi kuşatmış olan çelişkiler öylesine vahim boyutlara ulaşmış ki, toplumda bazı insanlar anlamadıkları veya havsalalarının almadığı her görüşün gerisinde bir "mezhepsizlik" vehmeder hale gelebiliyor; mezhebin de, mezhepsizliğin de ne olduğunu daha doğru dürüst öğrenememiş oldukları her hallerinden okunan bu insanlar, mezheplerinin esasi ar mı dinlerinin esaslarından önde tutabiliyorlardı.'
    Türkiye'de yaşanılan çelişkiler öylesine derindi ki, Ehl-i Sünnet Akaidi isimli bir kitaba "Önsöz" olarak yazılan bir yazıda kitabın hazırlayıcısı durumundaki zat için, "İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir. İstemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı." gibi şeyler yazabiliyordu. 
Bu cümleler Ehl-i Sünnet inancını konu alan bir kitaba yazılmış önsözde geçtiğinden, toplumumuzda, "Bu cümleler acaba hangi Ehl-i Sünnet anlayışıyla bağdaşabilir?" diye soran, ‘İnsan hiç değilse önsöz yazdığı bir kitabın muhtevasıyla çelişkiye düşmemelidir" diye düşünen insanlar da bulunabiliyordu. Bir yanda böylesi bir kitabı eleştirenler vardı ya, öte yanda da, ellerine tutuşturulan bu gibi "Ehl-i Sünnet" kitaplarıyle toplumda birçok kimseyi "Ehl-i Sünnet dışı" gören insanlar vardı.
    Bu noktada, uzak görünebilecek bir kıyaslamaya gitmek mümkündür. Hanbelilik nasıl giderek daralmış ve Vahhabilik adı altında Suud rejiminin resmî mezhebi haline gelmişse, Ehl-i Sünnet anlayışı da tarih içinde Türkiye gibi bazı bölgelerde giderek ırkî veya örfi bir özellik kazanmış, âdeta Ümmet'in malı olmaktan çıkıp belirli bir kavimin kendine özgü inancı haline dönüşmüştür. Bu durumun benzerlerini daha başka bölgelerde de gözlemlemek mümkündür.
    Dolayısıyle, mevcut Ehl-i Sünnet anlayışları arasında birtakım ilgiler aramak ve bu anlayışların ortak paydalarına işaret etmek gerekmekteydi. Ama içinde bulunduğumuz şu ortamda, böylesi bir niyetle yola çıkanların ne derece başarılı olmaları beklenebilirdi? İşin bu yanını tartışmayı değerli okuyucularımıza bırakmak en doğrusudur herhalde.
    Sanıyorum ki artık bizim hangi düşüncelerden çıkarak bir Ehl-i Sünnet özel Sayısı” hazırlamaya karar verdiğimiz aşağı yukarı anlaşılmış bulunmaktadır. Bundan sonra, bu özel sayımızı hazırlarken nelere dikkat veya nasıl hareket ettiğimizi, bir "Ehl-i Sünnet özel Sayısı" hazırlamak için ortaya attığımız sorulanınızın hepsine cevap bulup bulamadığımızı açıklamaya geçebiliriz.
     Biz bu özel sayımızla Ehl-i Sünnet'in asıl olarak ne olduğunu, ne olması gerektiğini ortaya koymayı amaçladığımız gibi, bugün nasıl anlaşıldığını ve ne durumda olduğunu ortaya koymayı da amaçlamış bulunuyoruz. O nedenledir ki, konuyla şu veya bu şekilde ilgili gördüğümüz titr sahibi; mevki, makam ve mansıp sahibi; kürsü, söz ve çevre sahibi kimselerin hemen tümünü de kapsayacak çapta bir araştırma ve soruşturmaya giriştik. 
Böylesine yaygın bir soruşturma, Türkiye’deki İslâmî çevrelerin durumlarım ve düzeylerim ortaya koyması, çeşitli eğilimlerin birbirine göre kıyaslanmasına imkân tanıması bakımından bizce hayalî bir önem taşımaktaydı. Çerçevesi son derece geniş tutulmuş böylesine kapsamlı bir özel sayı için görüşlerine mutlaka başvurulması gerektiğine inandığımız hiç kimseyi ihmal etmemeye gayret gösterdik.

 Takdir edersiniz ki onca insanla sürekli temas halinde olmak ve o kadar insanı ortak bir çalışma etrafında bir araya getirmek geriden göründüğü kadar kolay birşey değildi. Zaten aradığınız herkesi elinizle koymuş gibi bulmanız da hiç bir zaman mümkün olmayacaktı. Esasen biz sorularımızı dergimizde yayınlayıp herkese açıkça duyurduğumuzdan ve isteyen herkesin katılabileceğini açıkladığımızdan dolayı, aynca hiç kimseye özel olarak cevap talebiyle gitmemize gerek yoktu. Ama biz gene de pekçok kimseye gittik. Pek çoğuyle bu konuyu görüştük. Ancak gene de, bütün titizliğimize rağmen ulaşamadığımız kişiler ve çevreler olmuştur herhalde. 

Fakat şunu hemen açıklayalım ki, farkında olmaksızın atladığımız kişilerden bundan sonra gelecek cevapları veya bu özel sayımızdaki bazı görüşlere yöneltilebilecek her türlü eleştiriyi yayınlamayı da taahhüt ederiz. 

Kendilerine cevap talebiyle gittiğimiz halde çekingen davranan ve özel sayı yayınlandıktan sonra belki birşeyler yazabileceklerini söyleyenler de oldu. Sayfalarımız onlardan gelecek yazılara da açıktır. Ama bize gönderilecek eleştirilerin veya yazıların bilimsel bir değer taşıması şarttır. Aksi takdirde, her gelene sayfalarımızı açacak olursak, bu işin sonu gelmez.
    özel sayı çalışmamız sırasında memleketimizin ileri gelen hemen tüm araştırmacıları ve ilim erbabı ile temasımız oldu. Bu vesileyle birçok değerimizin durumunu yakından görmek ve onları yakından tanımak nasib oldu. Üzülerek belirtelim ki bazı meşhurlarımızın sadece adı çıkmıştı ve bunlar bizim sorularımıza tatmin edici cevaplar verebilecek durumda değildiler, öte yandan, İslâm âleminin bellibaşlı ilim merkezleriyle ve oraların ileri gelen şeyh ve hocaları ile de temaslarımız oldu. Sorularımız Arapça ve Farsça'ya çevrilerek birçok yere gönderildi. Ancak, bizzat ve sıkı bir takip ile bu işin peşine düşme imkânından yoksun bulunduğumuzdan, çalışmamız şimdilik Türkiye dışına taşamadı, Tabiî bu arada biz, o meşhur ilim merkezlerimizdeki ulemanın nelerle uğraştıklarını, nasıl bir tempoyla çalıştıklarını da azçok görüp anladık.
   
 Memleketimizde akla hayâle gelmedik zorluklar ve imkânsızlıklar içinde bulunsalar da son derece başarılı ve sevindirici araştırmalar yapan değerlerimizin bulunduğunu bütün samimiyetimle ifade etmek istiyorum. 

Pekçok kimseden cevap almak mümkün olmadıysa bile, bu özel sayı çalışmamızda; araştıran, herhangi bir fetva kitabına çakılıp kalmamış, herhangi bir zatın kitabını yegâne ölçü olarak almamış, ama İslâm düşüncesinin ve medeniyetinin teşekkülüne katkıda bulunduğu kabul edilen tüm değerlerimize müracaat etmeyi ilke olarak benimsemiş, geniş bir görüşle ve bilimsel bir yöntemle çalışmaya özen gösteren insanlara mutlaka başvurmaya gayret gösterdik. Bu nitelikteki araştırmalarımızın sayısı o kadar olmadığından, bu amacımıza ulaştığımızı söyleyebiliriz.
    Çalışmalarında daha çok kişisel görüşlerine ağırlık veren zevatın cevaplarını da olduğu gibi yayınladık. Hiçbir kısıtlama ve hiçbir sansür sözkonusu olmaksızın, hattâ bazılannm kendi bozuk şiveleriyle kaleme aldıkları yazılarını dahi o şekliyle yayınlamaya dikkat gösterdik.
    Bu özel sayımızla, kendi kabuğuna çekilmiş ve halk kesimiyle, yani toplumun büyük çoğunluğuyle hiçbir ilgisi ve ilişkisi kalmamış akademisyenlerimizle halk arasında bulunan ama akademik çevrelere pek itibar ve iltifat etmeyen, akademik çalışmalardan hemen hemen hiç haberdar olamayan hoca efendilerimizin veya cemaat imamlarımızın görüşlerini yanyana getirmeye, böylece, birbirinden kopuk olduğunu söyleyebileceğimiz bu iki kesimimiz arasında bir alış-verişin başlayabilmesi için gerekli ilk adımın hiç değilse dergi sayfalarında atılmasına zemin hazırlamaya niyetlendik. Bu niyetimizin hayırlı gelişmelere vesile olacak sonuçlar getirmesini ummaktayız. Biz inanıyoruz ki, bu çevrelerimizin birbirinden ayrı, hattâ birbirinden uzak bir şekilde çalışmalarının boşuna olduğunu söylemek mümkün değilse bile, umulanı vereceğini söylemek de doğru olmayacaktır.
    Biz inanıyoruz ki, memleketimizde bu özel sayımıza katkıda bulunabilecek değerlerimizin sayısı bu sayımıza katılanlardan ibaret değildir. Eminiz ki bizim hiç tanımadığımız ve bilmediğimiz daha nice değerlerimiz vardır. Dolayısıyle bu değerlerimiz de, Özel sayımızın ellerine ulaşmasıyle birlikte harekete geçip eksiklerimizin giderilmesinde ve Ehl-i Sünnet itikadıyle ilgili olarak mutlaka bilinmesi ve değinilmesi gerektiği halde bizim üzerinde durmayı ihmal ettiğimiz veya durmadığımız çeşitli noktalarda okuyucularımıza daha ayrıntılı, daha derinlikli, daha aydınlatıcı bilgiler aktarabilmemizde, kısacası bu özel sayımızın uzun sürede kemâle erdirilmesinde bize yardımcı olacaklarından en küçük bir kuşkumuz bulunmamaktadır. Bize yardımcı olanlar da varolsun, olmayanlar da.
    Ehl-i Sünnet itikadını enine boyuna ve derinlemesine ele almayı amaçladığımız bu özel sayımızda gerçi pekçok nokta yeterince aydınlandı, okuyucu için ilk sayılabilecek bazı tespitler yer aldı, üzerinde düşünülmeye ve durulmaya değer pekçok görüş ortaya konuldu; ama gene de cevabını henüz bulamamış birçok soru da kaldı geride. Bu durumun, daha, dikkate değer bir bilimsel geleneğe kavuşamamış olmamızdan ileri geldiğine inanmaktayım. "On Soruda Ehl-i Sünnet Soruşturması" adı altında hazırladığımız sorularımız kendilerine verildiğinde bazı bilim adamlarımızın da açıkça ifade ettikleri üzere, bazı sorulara cevap verebilmek için elimizdeki kaynakların yeterli olmaması da önemli rol oynamaktadır burada. Elbette, daha başka nedenlerden de sözedilebilir, ama ne olursa olsun, asla unutulmaması gerekir ki bir âlim de nihâyet elindeki imkânlar dahilinde çalışabilir, ulaşabildiği eserler nispetinde bilimsel bir varlık gösterebilir ve okuyup inceleme şansı veya fırsatı bulabildiği kaynakların kendisine sağladığı bakış açısından ve kazandırdığı seviyeden değerlendirebilir konuları.
    "Ehl-i Sünnet" tâbiri gerçekten ne anlama gelmekteydi, nasıl anlaşılmaktaydı şu "Sünnî" insanlar, arasında? Halk arasındaki Ehl-i Sünnet anlayışının bilimsel bir değeri var mıydı? Buna benzer soruların cevabını, toplumda azçok gözlemlerde bulunan, birazcık da İslâmî bilgiye sahip herkes kolayca verebilirdi. Ancak bazı sorular geçiştirilebilecek türden değildi.
    "Ehl-i Sünnet” demek, "Rasülüllah’ın (s.a.v.) yolundan giden Rasül’ün Sünnet'ine sarılan" anlamına geliyorsa, "Ehl-i Sünnet dışı" kabul edilen kimselerde ve fırkalarda Rasül’ün Sünnet’ine uyan hiçbir şey yok muydu acaba? Veya Ehl-i Sünnet her konuda "Sünnet ehli" olabilmekte miydi, olabilmiş miydi? 

Söz gelimi "talâk-ı Sünnî" tabirini ele alalım, "Sünnet üzere boşanma" anlamına gelen bu tâbirden de anlaşılacağı üzere, yaptığımız işlerden sünnî'yizdir veya değilizdir. Öyleyse Ehl-i Sünnet olarak bilinen fırkaların ve mezheplerin her yaptığı gerçekten sünnî miydi? Ehl-i Sünnet kabul edilmeyenlerin yaptıklarında sumu hiçbir şey bulunmamakta mıydı? Dahası, Sünnîlik veya Ehl-i Sünnet denildiğinde niçin hemen Şiîlik akla gelmekteydi? Ehl-i Sünnet'in karşısında yer alan bir inanış biçimi miydi acaba Şiîlik? Sünnîlik ve Şiîlik neden hep birbirinin muhalifi veya muarızı gibi görülmüş veya gösterilmişti ötedenberi? (Kendisine sorulanınız verildiğinde ilk anda tepki gösteren ilâhiyatçı bir profesörümüz de, "Neden aynı soruları bir de Şiîlere sormuyorsunuz?" diye sorarken, tarihî bir yanılgının kurbanı olduğunu ortaya koymuyor muydu?) 

Ehl-i Sünnet’in karşısında Şiilik değil de, Ehl-i Bid'at yeralıyorsa, Ehl-i Sünnet - Ehl-i Bid'at tartışmalarıyla, Sünnilik-Şiilik tartışmaları birbirine karıştırılmış olmuyor muydu bu durumda? Ehl-i Sünnet fırkaların, "Efendim bize Allah kelâmı yeter. Başka şeye ne gerek var? Rasül'ün Sünneti, hadisleri falan bizi bağlamaz" şeklinde düşünenlere karşı takındıkları tavırlarıyle, Sünnet'i tanıyan, düşüncelerinde ve amellerinde Sünnet’ten hareket eden ama gene de Ehl-i Sünnet sayılmayan fırkalara karşı takındıkları tavırlar arasında ciddi bir farklılık görmek mümkün müydü? 

Çerçeveyi daha da daraltarak soralım: Ehl-i Sünnet mezhepler veya fırkalar arasında dikkate değer bir görüş ayrılığı olmadığı söylenir durur, böyle öğretilir yeniyetmelere de. Acaba öyle miydi gerçekten? Ehl-i Sünnet, kendi anlayışını dinin tamamı sanma eğilimine girerken, dinin sınırlarını kendi sımrlanyle özdeşleştirirken haklı bir davranış içinde miydi, yoksa bunu bir tür Ehl-i Sünnet bağnazlığı olarak mı anlamak gerekmekteydi? Tekrar edecek olursak, Ehl-i Sünnet gerçekten her konuda (sözlük anlamıyle) "Ehl-i Sünnet" olabilmekte miydi?
    Cevabını tam bulamamış sorularımıza başka sorular da eklenebilir daha. Bu sorulanmızın zamanla daha ayrıntılı, daha derinlemesine ve daha geniş boyutlarda tartışılacağına ve tatmin edici cevaplara kavuşturulacağına inanmaktayız.
    Unutmamak gerekir ki, müslüman cemaatler arasındaki meselelerin tümünün de bir tek özel sayıda konuşulmasına ve irdelenmesine imkân bulunmamaktadır. O bakımdan, biz birçok sorumuzun karşılığım bulamamış olmasını şimdilik normal karşılamaktayız.

    Bu özel sayı girişimimizin nasıl karşılandığı üzerinde de durmakta yarar görmekteyiz.
    Toplumumuzda yürütülmekte olan İslâmî araştırmaları yakından incelediğimizde, bir yanda İslâm kültür birikimine olduğu gibi sahip çıkar görünen ama asıl itibariyle İslâm'ın temel ilkeleriyle ters düşen insanlar, bir yanda da kendi görüşlerini işin içine sokarak, kendi dirayetlerini ortaya koyarak ve İslâm'ın temel ilkelerine sadık kalarak İslâm'ı anlayan ve anlatmaya çalışan insanlar karşımıza çıkmakladır, (öteki bazı marjinal grupları saymıyoruz.) Böyle olunca, bizim özel sayımız için de, elbette ki, birbiriyle hiç uyuşmayan görüşler beyan edilecekti. Biz hepsini de peşinen saygıyla karşılamaktayız.
    Ne var ki, bu özel sayı girişimimiz hakkıyle değerlendirebilmek ve bu girişimimizden dolayı bizi övebilmek veya yerebilmek için, bizim amacımızın tam anlamıyle anlaşılmış olması gerekmektedir. Kendilerine sorularımız verildiğinde bir ilâhiyatçı profesörümüzün Şiiliği de işin içine sokarak sarfettiği bir cümlesini daha önceden kaydetmiştim. Demek ki amacımız anlaşılmamîştı. Bir başka muhatabımız da (İslâm Tarihi yazan olarak şöhret bulmuş bir zat) sorularımızı cevaplandırmaktan şiddetle kaçındı ve bize şu nasihatlerde bulundu. "Kendi başınıza iş yapmayın. Bu sorularınızı bir avukata gösterin. Yoksa sizi Alevilik-Sünnilik kışkırtması yapıyorsunuz diye hapse atarlar. Dergiyi de kapatırlar." Demek meramımız bu muhatabımız tarafından da anlaşılmamıştı. 
Oysa biz, "Ehl-i Sünnet" dediğimizde Şiiliğin karşısında yer alan bir akımı anlamıyorduk. Üstelik bu işe girerken Sünnilik ile Şiilik arasındaki telif noktalarına işaret edebilmek gibi bir amacımız da vardı. Kaldı ki "Ehl-i Sünnet" deyince bunun yanına getirip Aleviliği koymak ne kadar sığ bir yaklaşımdı!

    Bizim Ehl-i Sünnet itikadına ilişkin olarak ortaya attığımız sorular, hiç kuşkusuz, daha başka alternatif sorular da getirecektir ardından, önce şunu bilelim ki, "On Soruda Ehl-i Sünnet Soruşturması" derken kastımız, elbetteki Ehl-i Sünnet itikadıdır. Biz yaygm olan kullanımı tercih ederek isimlendirdik çalışmamızı. Bu aşamada şu da sorulabilir: "Niçin Soruşturma denilmiştir". Ehl-i Sünnet' irdelerken soruşturma kelimesinin kullanılmış olması bazılarının garibine gidebilir. Ama bu yaptığımız da soruşturma'dan başka birşey değildir, çünkü Ehl-i Sünnet itikadını her yönüyle ele alıp çok farklı bakış açılarından ve farklı görüşlerden değerlendirmeye gayret gösterdik. Konuşla ilgili ne var ne yoksa hepsine sayfalarımızı açmaya önem verdik. 

Ayrıca, bu girişimimizin tam bir soruşturma hüviyetine kavuşabilmesi için bir kamuoyu yoklaması yapma yolunu da tuttuk. Konuyu derinlemesine ve tüm boyutlarıyle ele alırken bu yaptığımız ne bir anket'ti ne bir araştırmaydı, ne bir incelemeydi ne de başka birşey; ancak ve ancak bir soruşturmaydı. "Soruşturma" tabiri sadece olumsuz yönde olursa mesele kalmaz, anlaşabiliriz hemen.
    Sorularımızı tam olarak anlamadığı için bazı itirazlarda bulunacaklar çıkabilir ve Ehl-i Sünnet'i niçin kendi kaynaklarından değil de günümüzdeki bazı kişilerden öğrenmeye çalıştığımızı, veya niçin Ehl-i Sünnet'i bir bütün olarak değil de kişiler itibariyle değerlendirmeye kalkıştığımızı sorabilirler. Oysa dikkatli bakan birisi hemen anlar ki bu soruları biz, bilmediğimiz bazı şeyleri öğrenmek için veya Ehl-i Sünnet e bakışımızı ortaya koymak için sormamaktayız. Toplumun genel gidişatı, Ehl-i Sünnet derken gözlemlenen genel eğilimler, genel yanılgılar ve yaygın saplantılar dikkate alınarak, işin tarihî ve ilmî boyutları da hesap dışı tutulmaksızın gerçekleştirilmiş bir soruşturma var ortada. 
Bu soruşturmanın sorularını da biz topluma ve tarihe bakarak hazırladık. Yoksa bu sorular, eseri hazırlayanlar Ehl-i Sünnet'i anlamamış olmalarından çıkmış değildir. Bu sorularımızla biz konuyu doğru anlayanlarla birlikle yanlış anlayanlara da tercümanlık etmiş oluyoruz. Mesele bundan ibarettir. Konu başka türlü nasıl enine boyuna irdelenebilirdi yoksa?
 

    Bu soruşturmamızı gerçekleştirirken, tabii ki daha çok bugünkü insanlara müracaat edecektik. Geçmişe uzanabilmek için günümüzün araştırmacılarına ve âlimlerine ihtiyaç duyduğumuzu, onları hesaba katmadan geçmişe uzanmanın yani doğrudan doğruya eserlere başvurmanın sağlıklı bir yol olmadığını, üstelik bunun mümkün de olmadığını unutmamak gerekir. Kaldı ki her konuda olduğu gibi bu konuda da söylenebilecek herşeyin geçmişteki âlimlerimiz tarafından söylenip bitirilmiş olduğu söylenebilir mi? 

Bugünkü ilim adamlarımızın, araştırmacılarımızın da söyleyecek sözleri bulunamaz mı? Biz bütün kalbimizle inanıyoruz ki, günümüzdeki ilim adamlarımız da geçmişteki âlimlerimiz gibi birçok doğruyu tespit etme ve dile getirme durumundadır ve bu hakka sahiptir. İslâmî araştırmalarda hiç değilse bazı doğrulara işaret etmek ve bazı yeni bakışlar getirmek, geçmişteki araştırmacılarımızın olduğu kadar bugünkü araştırmacılarımızın da şânındandır. Bu düşüncede birisi olarak, günümüzdeki araştırmacılarımızın görüşlerini de son derece değerli bulduğumuzu değerli okuyucularımız anlamıştır herhalde.
    
Ehl-i Sünnet Özel Sayısıyla gündeme getirilen bazı konuların ve burada ortaya atılan bazı soruların bocalamalara yol açacağını düşünenler, dolayısıyle "daha tutarlı ve irşâd edici bir yol" izlenmesi gerektiğini söyleyecek olanlar çıkabilir. Bu sayımızla gündeme getirmek istediğimiz bazı düşünceleri "eski çekişmeleri körüklemek" gibi görenler bile olabilir. Bu ndktada kimileri "eskiler ne söylemişse, neyi nasıl görüp değerlendirmişse onların düşüncelerini ve yaklaşımlarını olduğu gibi alıp benimsemeliyiz" şeklinde düşünebileceklere verilecek cevabımız artık bellidir. Biraz önce bu noktaya açıklamıştık. Bunun yanı sıra, "eskiyi hiç karıştırmadan'’, "tarihteki münakaşaları gündeme getirmeden", "günümüzün İçtimaî, İktisadî, siyasî şartlan gözönünde tutularak inanç esaslarının yeni baştan tanzim edilmesi gerektiğini düşünenler ve bu düşüncede oldukları için de bizim yeniyle birlikte eskiyi de işin içine sokmamızı yanlış bulanlar da çıkabilir. 

Böyle düşünenler için söylenebilecek şey çoktur ve bunlann neler olduğu tahmin edilebilir sanıyorum. İnanç esaslarını "geçmişteki hiç bir akıma atıfta bulunmadan” ortaya koymaya çalışanlar da vardır, yok değildir. Ancak, bu durumda bazı kuşkuların uyandığı ve yapılan çalışmaların veya açıklamalann inandıncı ve ikna edici olmadığı da görülmektedir. Siz bir İslâm âlimi olarak tutup birşeyler söyleyeceksiniz, Kur'an-ı Kerime ve Sünnet'e dayanarak görüşlerinizi, daha doğrusu İslâm'ın inanç esaslarının neler olduğunu ortaya koymaya çalışacaksınız ve geçmişe hiç dönüp bakmayacaksınız. Bu taktirde, «Bunları da nereden çıkanyorsunuz? O kadar yüzyıl gelip geçmiş, binlerce âlim yetişmiş onlann ne dediğine itibar etmeden kendi kafanızdan nasıl hükümler çıkarabiliyorsunuz?» demezler mi? Derler. 

Nitekim günümüzdeki bazı değerli araştırmacılarımızın karşı kaşıya bulundukları en büyük mesele de aslında budur, yani geçmiş âlimlerle bir uyuşmazlık içinde olduklarının sanılmasıdır, öyleyse bugünün bir araştırmacısının, ortaya bir mesele getirirken veya ortaya getirilmiş bir meseleye hal çareleri ararken geçmişteki değerlerimizin de neler düşünmüş, neler söylemiş olduklarını ortaya koyması, dolayısıyle tezini veya yaklaşımını benzeyen ve benzemeyenleriyle birlikte en zengin bir şekilde takdim etmesi gerekmektedir. Geçmişi hiç karıştırmadan doğru bildiğini anlatmak yoluyle İslâmî irşadda bulunan mürşidlerimiz de vardır muhakkak. Ama irşadla anlatılan şey islâmın tümü olmaz, olsa olsa İslâm'dan bir meşrep olur. islâm adına doğru bildiğini irşad etmenin yeri ve durumu çok çok farklıdır ve irşad yoluyle öğretilen şeyler ilim olamaz. Oysa biz burada bilimsel yöntemlerle bazı konularda bazı sonuçlara varmak istiyoruz, îrşad yoluyle öğretilecek şey bir tek eğilim olabilir ki dikkat edilmez ve tek çizgi üzerinde aşın gidilecek olursa bunun varıp dayanacağı nokta, tecrübeyle de sabit olduğu üzere hizipçiliktir. 
Biz ise böyle bir özel sayıya hazırlanırken, herşeyden önce, Islâm'ın şu veya bu hizbe indirgenemeyeceği ana düşüncesinden hareket etmekteydik, Formül şudur: ne sadece dün, ne sadece bugün. Dünle bugünü birlikte göremediğimiz sürece yarınlara kalabileceğimize inanmıyor, bırakınız yarınlara kalmayı, kendi çağımızda dahi bir hükmümüzün olabileceğine ihtimal vermiyoruz.

   Ehl-i Sünnet konusu üzerinde üç yıldır çalışıyoruz. Bu sürenin az olmadığı ortada. Ama gerçeklen üç yılda Ehl-i Sünnet konusu bitirilebilir mi? Asla! Biz de zaten bitirdiğimizi söylemiyoruz. Ancak, bu üç yıllık süreyi gene de az bulmak iyiniyetli insanların yapabileceği birşey değildir herhalde. Ele aldığımız konuyu bu zaman zarfında kemâle erdirdiğimiz iddiasında olmadığımız gibi, bu sayımızın ancak ve ancak bir ilk adım sayılması gerektiğine inandığımızı da hemen belirtmek isteriz. Bu sayımızın artık daha fazla gecikmeye tahammülü de kalmamıştır. Zaten yıllar yılı üzerinde çalışılsa bile böyle bir özel sayının "tamamdır'' denilebilecek bir seviyeye getirilmesi mümkün değildir, çünkü böyle bir sayının tamamlanabilmesi için buradaki görüşlerin ve cevapların değerlendirilmesi, bunlara yenilerinin katılması, bunlara yapılacak itirazların ve getirilecek eleştirilerin de sayfalarımıza aktarılması gerekmekledir. Bu bakımdan, biz burada dile getirilen görüşleri beğenmeyecek ve eleştirmemek isteyecek olanlan da hesaba katarak,, onlara da sayfalarımızı açacağımızı ilân etmiş bulunuyoruz. Nelerin niçin beğenilmediği, doğrusunun ne olması gerektiği açıkça ortaya konursa bu görüşlerin okuyucuya aktarılmasından sonsuz yararlar doğacağına inanıyoruz.
   Gerçi biz birçok hayırlı sonuç umarak, birçok değişiklik beklentisi için bir özel sayıya girdik; ama çok iyi biliyoruz ki halk kesimi (halkın dini üzere yaşayıp giden yan aydın zümreyi de içine alıyor bu kesim), dün nasılsa bugün de öyle olmaya devam edecektir, gene aynı minval üzere düşünecek, aynı minval üzere inanacak; düşüncelerinde, duygularında, inanış biçiminde, Ehl-i Sünnet anlayaşında düzeltilmesi gereken noktalar varsa onlara asla dokunmayacak, dokundurtmayacaktır. Hattâ dokunmak ne kelime, kendi kafasındaki bazı asılsız düşünceleri esas alarak, kendi yanlışını ölçü kabul ederek, yanlışlanyle uyuşmayan doğrulara cephe alacak ve bu doğruları dile getirenlere karşı savaş bile açacaktır. Ama biz biliyor ve bundan dolayı seviniyoruz ki, içinde kendi bildiğini okumaya devam etmeyecek ve artık bilenlerin sesine kulak verecek insanlar da yetişmektedir.
   Ehl-i Sünnet inancı üzere bulunmadıkları halde Ehl-i Sünnetçilik yapanların bulunduğu bir çağda yaşadığımız sizin de malûmunuzdur. Tebaası bulunduğumuz Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir; yani resmî bir dini yoktur. Dolayısıyle Islâm da kimsenin resmen dini değildir. Bu memlekette müslüman olmadığı halde Hanefilik iddiasından olan insanlar da bulunmaktadır. Türkiye'de dinsiz olmak o kadar ağır bir (toplumsal) suç değildir, ama mezhepsiz olmak çok çok ağır bir suçtur. Acaba neden? Gene Türkiye'de, Sünnet'e pek kavrayamamış, ama piyasadaki bazı hadis antolojilerinden veya belki de sadece takvimlerden öğrendiği hadislerle düşünüp amel eder hale gelmiş insanlar arasında garip bir Hadis dini de türemiş, Allah'ın aziz dini ne idiği belirsiz bir takvim müslümanlığı haline dönüşmüş bulunmaktadır. Değerli okuyucumuzun pekâlâ malûmu olan böylesi bir ortamda, daha tam olgunlaştırılamamış olsa bile bu özel sayımızın çok işe yarayabileceğini düşünmek boş bir beklenti olmasa gerektir.
   Bu heyecanla girdiğimiz özel sayımızın hazırlanmasında kimsenin görüşlerine sansür uygulanmamış, herkesin görüşü olduğu gibi aktarılmıştır sayfalarımıza. Hattâ, türkçesi kıt bazı hocalarımızın yazılarına kadar giren şive bozukluklarına bile fazla dokunulmamıştır. Özel sayımızda, "Dinin ölçülerini örnek almak istiyorsak, Kitap, Sünnet, Ashab, Ehl-i Sünnet ve özellikle Selçuklu ve Osmanlılar'ın prensiplerine bakmalıyız. Yoksa sapıtır ve sapıttırırız." diyebilecek kadar dağıtanların cevaplarını bile olduğu gibi yayınlamaktayız, inanıyoruz ki okuyucularımızın büyük çoğunluğu bu gibi düşüncelerin iyisini kötüsünü seçebilecek seviyeye ulaşmış bulunmaktadır. Umarız ki yanılmayalım.
   Değerli zamanlarını ayırarak bu özel sayı girişimimizde her biri bizim nezdimizde paha biçilmez bir değere sahip olan cevaplarıyle ve yazılarıyle bize yardımcı olan ve bu özel sayımızın hazırlanmasına imkânları nispetinde katılan değerli ilim adamlarımıza ve hocalarımıza burada teşekkürü bir borç biliyoruz.
   Dileriz ki bu özel sayımız ilim adamlarımızın düşüncelerinin ve araştırmalannm halkımız arasında kısmen de olsa yankı bulmasma vesile olsun. Gene dileriz ki bu gibi önemli ve ağırlıklı konuların yükü bir dahaki sefere bizim gibi küçük dergilerin cılız omuzlarına binmek yerine, daha büyük yayın organlarımızın güçlü omuzlarına binsin; yankısı da o oranda yaygın ve etkileyici olsun.
    Yeni bir ruhun doğuşuna vesile olmasını ve toplumumuzda yeni bir Ehl-i Sünnet zindeliğine kavuşulmasına katkıda bulunmasını temenni ettiğimiz Ehl-i Sünnet Özel Sayısı, memleketimiz ve İslâm âlemi için hayırlı olsun.
  Yaşar Kaplan- Ankara Cezaevi Mayıs 1985
 

Yayınlandığı Kaynak :
Yayınlandığı Dergi :
Sanal Dergi :
Makale Linki :
Otel Tekstili antalya escort sakarya escort mersin escort gaziantep escort diyarbakir escort manisa escort bursa escort kayseri escort tekirdağ escort ankara escort adana escort ad?yaman escort afyon escort> ağrı escort ayd?n escort balıkesir escort çanakkale escort çorum escort denizli escort elaz?? escort erzurum escort eskişehir escort hatay escort istanbul escort izmir escort kocaeli escort konya escort kütahya escort malatya escort mardin escort muğla escort ordu escort samsun escort sivas escort tokat escort trabzon escort urfa escort van escort zonguldak escort batman escort şırnak escort osmaniye escort giresun escort ?sparta escort aksaray escort yozgat escort edirne escort düzce escort kastamonu escort uşak escort niğde escort rize escort amasya escort bolu escort alanya escort buca escort bornova escort izmit escort gebze escort fethiye escort bodrum escort manavgat escort alsancak escort kızılay escort eryaman escort sincan escort çorlu escort adana escort