Yazar Adı : Cemaleddin el Afgani | İlim Dalı : |
Konusu : | Dili : |
Özelliği : | Makale Türü : Yazar Tanıtım |
Ekleyen : Fıkıh Dersleri/2014-01-03 | Güncelleyen : /0000-00-00 |
Cemaleddin Efgani
MakaleninPDFMetniEkteki dosyadadır
Cemâleddîn Efgânî Seyyid Muhammed Ibn Safdar, 1254-1314 H./ 1838-1897 M.
İleri görüşlü ve açık fikirli bir bilgin, büyük bir mütefekkir olarak tanınan Cemâleddîn Efgânî, herşeyden evvel şarkın uyandırıcılarından biridir. îslâm Âlemine hürriyet fikirlerini aşılamış, müslümanları uyandırmak için gece gündüz demeden, durmadan didinmiştir. O, hem muharrir, hem hatip bir zattır. Kalemini ve dilini İslâm davalarına vakfetmiştir.
Başlıca iki gayesi vardı:
İslâmı uyandırmak, ıslâhat yapmak, medeniyet yolunu göstermek.
Müslüman ülkelerini Avrupalıların siyasi ve iktisâdi nüfuzundan kurtarmak.
O, müslümanları cehalet karanlığından, gaflet bataklıklarından kurtarmak için çalıştı. İstilâcılara karşı amansız bir düşmandı. Zillete katlanmayan, izzet-i nefsini çiğnetmeyen şerefli ve yorulmaz bir mücahid idi. Parlak bir zekâya, ateşli bir mizaca sahipti. Keskin bakışları, cehalet bulutlarını, gaflet sislerini dağıtan birer güneş gibi idi. Son asırlarda İslâm ülkelerinde görülen hürriyet davranışları onun eseridir. Baktı ki: İslâm âlemi uykuda. Uyan! diye haykırdı. Gördü ki: Müslüman ülkelerinin çoğu istilâ altında. Kalk, silkin! diye seslendi. Müslüman ülkelerini yabancı boyunduruğundan, siyâsî ve iktisâdı esaret ve tahakkümlerden kurtarmak için müslümanların uyanmasının; gafletten silkinmesinin, zilletten, meskenetten kurtulmasının şart olduğuna kanı idi. "Her millet kendi millî varlığını duymalı, uyanmalı" diyordu. Millî ceryanlara asla karşı değildi. Kuvvetli milletlerden meydana gelen İslâm camiasının da kuvvetli olacağı şüphesizdi.
Mİlliyyeti hakkında rivayetler" muhteliftir. İranlı, Afganlı, Türk olduğunu ileri sürenler var. Talebesi Muhammed Abdu'nun yazdığına göre, meşhur muhaddis Ali Tirmizî vasıtasiyle nesebi Hazret-i Ali'nin oğlu Hazret-i Hasan'a varır. Onun için Seyyid unvanını kullanırmış.. Kendisinin anlattığına göre Kabil şehrine üç günlük mesafede bulunan Küner köyünde veya Hemedân civarında Esadâbâd'da doğmuştur. Ailece Hanefî mezhebinde idiler. Çocukluğu ve gençliği Afganistan'da geçti. 8 yaşında iken Türkçe konuşmasını bilirdi. Ahmed Ağaoğlu bir yazısında Afganlı'nm Azerî Türkü ve Merâgalı bir aileden olup Hemedan civarında doğduğunu ve süt emer bir çocukken Afgan'a hicret ettiklerini bizzat kendisine söylediğini yazıyor. (l)[1]
Küçük yaşında babası ile Kabil'e gelmiş, ilk tahsilini orada yapmıştır. 8 yaşında tahsile başlamış, 10 sene tahsiline devamla çağında mutâd İslâm ilimlerini Kabil medresesinde öğrenmiştir. Ayrıca felsefe ve müsbet ilimlerle de ilgilenmiştir. Arapça, Farsça ve Türkçe bilirdi. Avrupa lisanlarından bazılarına da vakıftı. (Fransızca bilir, İngilizce ve Rusça anlardı). 18 yaşında iken Hindistan'a gitti. Bir sene kadar Hindistan'da kaldı. Oradan Hacca yollandı Bir çok yerlere uğrayarak 1273 H. de Mekke'ye vardı. Hac'tan sonra Afganistan'a dönerek Emîr Dost Muhammed Han devrinde me'muriyete girdi. Hükümet adamları arasında yer aldı. Onun vefatı üzerine yeni Emîr Şir Ali'nin biraderi Muhammed A'zamla olan sıkı dostluğu yüzünden memlekette, Şir Ali Han'ın mevkie gelmesi dolayısiyle, patlak veren sülâle kavgalarına karışmış oldu. Kısa bir müddet Muhammed A'zama Müşâvir-i Hâshk yaptı. Yine iç savaşlar başladı. Muhammed A'zam'm düşmesi üzerine o da Afganistan'dan ayrıldı. Hindistan'a geçti. (1285) H.
İngilizler uzun müddet Hindistan'da kalmasını tehlikeli gördüler. Bu yüzden Hindistan'ı terke mecbur kaldı. Oradan Kahireye geldi. Mısırda iyi karşılandı. Ezher Ulemâsıyle ve talebesiyle tanıştı, dostluk kurdu. Husûsî ikâmetgâhında talebeye ders verdi. Musahabelerde bulundu. Bu, islâmı uyandıran ilk ses oldu. Şark böyle bir ses bekliyordu. Fakat kimse cesaret edemiyordu. Onun için bu sesi alkışladılar ve etrafında toplandılar.
Mısır'da uzun müddet kalamadı. İstanbul'a geldi. (1286 H.-1870M) İslâm âleminde hayli şöhret yapmıştı. İstanbul'da yüksek tabaka Ricali, Bâb-ı Âlî erkânı onu pek samimî. karşıladılar. Biriki gün sonra Sadrazam Âlî Paşa tarafından kabul edildi. Hükümetten ve halktan itibar gördü. Ayasofya ve Sultan Ahmed câmi'lerinde va'z etmeğe davet edildi. 6 ay sonra kendisine Meclis-i Kebir-i Maarif azalığı verildi.
Dârü'l-fünun'daki konferans :
Afgânlı'nın şöhreti günden güne artıyordu. Takdirkârları çoğalıyordu. Gafletten bunalan, ilim ve irfana susayan ilerleme âşıkları, İslâm âlemini uyandırmağa ve yükselmeğe davet eden bu seste aradıklarını bulur gibi olmuşlardı. Fakat mezar taşı gibi cami d bir halde duranlar bundan gocundular; Afgânlı'nın aleyhinde bulunmağa başladılar. 110. Şeyhu'I-İslâm Hasan Fehmi Efendi de onu muzır fikirler yaymakla itham ve saraya jurnal etti.
Abduh diyor ki: "Maarifin yayılması hususunda gösterdiği yolları takibe arkadaşları taraftar olmadılar. Gösterdiği yolların bir kısmı da Şeyhu'l-İslâm Hasan Fehmi Efendinin işine gelmiyordu. Bu yüzden kendisine kin bağladı." Nihayet Bârü'l-fünun'da verdiği konferans bahane edilerek dedikodular arttı; aleyhinde bulunanlar çoğaldı. Seçkin bir dinleyici kütlesi önünde verilen bu konferanstan biraz bahsedelim:
Dârü'l-fünûn halka konferanslar tertip ediyordu. 1286 H. 1870 M. senesi Ramazanında buna başlanmıştı. 1287 senesinde de bunlara devam olunacaktı. 1 Recep 1287 tarihli Takvim— Vakâyi gazetesi, Müsâmerât-ı İlmiye ve Edebiye başlığı altında şunları yazıyor: (2)[2]
"Envâr-i bâhiru'l-âsâr ulûm ufünûn ile ezhân-i halkın tenviri ve bu veçhile saadet-i efrad u millet ve ma'muriyet-i bilâd u memleket kazâyâ-yı mühimmesinin istihsâli esbab-i hu-sûli zımmmda bir vakittenberi memâlik-i mütemeddinede geceleri.... (Konferanslar vermekte) olduklarından bu suretle mebâdî-i ulûm u fünûna bile muttali' olmayan efrad-ı ahâli kendilerinin anlayacakları suretle irâd olunan Makalât-ı ilmiyeden istifâde ile tahsil-i malûmat-ı ibtidâiye eylemekte olup bu suretin ise terbiye-i ehalice bilvücûh fevâidi ve muhassenatı meşhud olmasına mebni geçen sene Ramazan-ı şerifi gecelerinde Dârü'I-fünûn-ı Osmânî dershanelerinde ba'zı zevât-ı maârif-simât çıkıp olvechile mesâil-i muhtelifeye dâir makaleler (konferanslar) irâd etmiş ve bilcümle huzzâr ve müstemiîn bundan müstefîd olmuş olduklarından işbu usûl-i mehâsin-şumûlün bu sene-i mübâreke Ramazan-ı şerifi gecelerinde dahi icrası kararlaştırılmış olmakla her gece iradı ehâlice fâideli görünen mebâhıs-i ilmiye ve edebiye ve hikemiyenin defteri bervech-i zîr dere kılınmış olduğundan erbâb-ı maârif ve himmetten bervech-i usûl Dârü'l-fünûn-i mezkûrda irad-ı makalât-ı ilmiye etmek emel ve arzusunda bulunan zevat-ı kiramın âtiyüzzikir bahislerden kangısını intihap ve tercih eyler ise ol bahsi ve Ramazan-ı şerifin hangi gecesi ona dair makale "konferans" irad eyleyeceğini Dârü'l-fünûn-ı mezkûr müdiriyeti canibine beyan ve iş'âr eylemesi ilân ve ihtar olunur."
Bundan sonra konferans konuları gösteriliyor. Biz hangi ilimlere dâir olduğunu belirtmek için yalnız başlıkları işaret edelim:
1- Hikmet-i Tabîiyye, 2- Kimya, 3- İlm-i Cew-i Hevâ, 4- Heyet-i Âlem, 5- îlm-ı Tabîat-i İnsan, 6- Tıp, 7- Tarih-i Tabîî, 8- Tabakât-ı Arz, 9- Ziraat, 10- Terakkiyât-ı Ulûm ve Sanayi, II- İlm-i Servet "İktisâcl", 12-İlm-i Hukuk, 13- Ahlâk, 14-Edebiyat,
İşte bu seri konferanslar arasında, Dârü'l-fünûn Müdürü Tahsin Efendi, sanayii teşvik gayesiyle bir konferans vermesini Cemaleddîn Efgânî'den rica eder. Efgânî, Türkçesinin zayıf olduğunu ileri sürerek özür diler. Fakat ısrar edilince razı olur. Vereceği konferansını yazarak zamanın Maarif Nazırı Safvet Paşa'ya, Meclis-İ Kebir-i Maârif Âzası Münif Paşa'ya göstermiş, onlar da konferansı pek beğenmişler.
Cemaleddîn büyük şöhret yapmış bir zât olduğundan konferans günü halk Dârü'l-fünuna koşmuş. Hükümet adamları, âlimler, gazeteciler, vüzerâdan bir kısmı orada imişler.
Cemâleddîn hazırladığı konferansını vermiş. Konferansında, İnsanın yaşayışı canlı bir vücuda benzetiliyor. San'atlardan herbiri bu canlı vücudun birer organı olarak gösteriliyor. Hayatta her organın nasıl bir vazifesi varsa sanayiin de maişette öyle bir faidesi bulunduğu anlatılıyor. Meselâ: Memleket idaresi, iradenin merkezi oîan dimağ mesabesindedir. Demirciliği kollara, çiftçiliği karaciğere, gemiciliği ayaklara benzetmiş. Her organı böyle teşbihlerle açıklamış. Nihayet şöyle demiş: "İnsanlara ait saadetin vücudu bunlardan meydana gelir. İnsanlığın cismi bu suretle teşekkül eder. Ruhsuz bir cisim için hayat yoktur. Bu cismin, yani beşer saadetinin ruhu ise ya nübüvvettir veya hikmettir. Yalnız bunların arasında fark vardır. Zira nübüvvet İlâhî bir atiyyedir ki, nâsin eli buna erişemez; çalışmakla elde edilemez. Allah dilediğine verir.O vehbîdir. Hikmet ve felsefeye gelince: bu kesbîdir. Fikir ve görgü ile kazanılır. Sonra peygamber hatadan masundur. Halbuki hakim hataya düşebilir. (3)[3]
İşte Şeyhü'1-İslâm Hasan Fehmi Efendi, sanayia âit konferansında peygamberlikten bahsedilmesine takılmış, "peygamberlik san'attır, diyor" diye gürültüyü kopartmıştır. Başında bulunduğu Meşihat tarafından Cemaleddîn hakkında soruşturma yapılmış; konferansında bulunanlardan sorularak takibata geçilmiş. Efganî'nin din ve ilme aykırı bir söz sarfetmediği muhakkak iken Şeyhü'l - İslâm hasedinden hakdan bir batıl çıkarmağa çalışmış; sanayia dâir verilen bir konferansta peygamberlikten bahsetmesini fırsat bilerek Cemâleddinin, "Nübüvvet san'attır" iddiasında bulunduğunu etrafa kasden yaymış, hatta camilerde bunu halka etraflıca, anlatmalari için vaizleri teşvik etmiş.
İskolastik zihniyetin tamamiyle esiri olan dar kafalar, Efganlı'nın getirdiği yeni fikirleri anlayamazlardı. Bir çok şeyleri hazm edenler, bunları hazmedemediler; ona saldırmağa başladılar.
Cemaleddîn haksızlığa tahammülü olmayan, zulme karşı feveran eden ateşli bir adamdı. Konferansının böyle kötüye yorulmasına hiddetlendi, kızdı. Şeyhu'l-İslâmla muhakemesini bile istedi.Bazı dostları Cemâleddîn'e sükûnet tavsiye ediyorlardı. Fakat hakikat yolcusu olan, bu uğurda terk-i dâr u diyar eden, nıüstebid hükümdarlara, İslâm ülkelerini istilâ eden müstemlekecilere kafatutan bu ateşli mücâhid, bu hasızlığa nasıl tahammül ederdi. Şeyhu'l-İslâm ise vaizlerini seferber etmiş, bu garîb misafir aleyhinde boyuna söyletiyordu.
Ders vekili Filibeli Halil Efendi. Süyûfu'l-Kavâtî' adlı bir eser kaleme almış, kesici kılıçlar demek olan bu eserle boyuna kesip biçiyordu, ama mazlumların boynunu kestiğinin farkında değildi.
"Dârü'l-Fünûn'da peygamberliğin sanayiden sayıldığı bâtıl iddiası ile fesada çalışan bir müfsidin muzır telkinlerinden sâdedil müslumanlar arasında hasıl olan kötü tesirleri gidermek, fena izleri silmek ve merkumun (Cemâleddîn'in) şeriat nazarında cezasının ne ol duğunu göstermek için İrâde-i Seniyye-İ Hilâfet-penâhi ile kaleme alındığı-Türkçe tercemesinin başında söyleniyor.
İrâde-i Seniyye ile olup olmadığını bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa içindeki hükümlerin İslâm dînine uygun olmadığıdır. İslâm dîni böyle İslâm uğrunda kendini fedâ eden Cemâleddin'leri katletmek için gelmiş bir din değildir.
Eserde Nübüvvet ve hikmet (Felsefe) meseleleri ele alınıp Cemâleddîn'e hücumlar yağdırılıyor. Meselâ: "Kaail-i merkumun mezkûr kelâmı kendi zu'munca felsefe ve hikmetin dâreyn saadetine isal için kifayet eder olduğuna ve bir de nebî olan zât-i şerifin hikmet ve felsefeye muvafık olup ana muhalefet etmeyeceğine ve kavâidi felsefeyi hedm eylemeyeceğine delâlet eder. Halbuki her kimse bu îtikadlarda bulunur ise kâfir olur. Her müslüman ki irtidad eder; eğer tâib olmazsa derhal katlonulur.[4]
Bu hikmet düşmanlığının sebebini nedir? Halbuki hikmet Kur'an-ı Kerim'in övdüğü birşeydir.
Merhum Hamdi Yazır (Tu'' til-Hikmete men yeşa? ) âyetinin tefsirinde (6) hikmetin bütün mânalarım ne güzel anlatır. Hikmet düşmanları o satırları okusunlar da biraz hikmet öğrensinler. Burada hikmetin 23 türlü mânaya geldiği gayet güzel izah olunmaktadır.[5]
Maddiyyûna red İçin eser yazan Cemâleddîn nasıl olur da dinsizlikle itham olunabilir?
M. Reşit Rıza bu husustan bahsederken şöyle diyor: "Aklî ilimlerde yüksek olan kimseleri anlıyamıyorlar-, dinsizlikle itham ediyorlar. İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Ebû'l-Hasen Şâzelî, Muhiddîn Arabî, Huccetü'l-îslâm Gazali hep aynı ithama uğradılar... [6]
Büyük İslâm Şâiri rahmetli Mehmed Akif, Cemâleddîn Efgânî'nin böyle uluorta dinsizlikle itham olunmasından müteessir olmuş, bu isnadları red için Sırat-ı Müştekim dergisinin Cemaziye'l-Evvel-1328-Mayıs 1326 tarihli 90. sayısında Cemâleddîn Efgân~î başlıklı bir yazı yazmıştır. O yazıda şöyle diyor:
"Benim bugün yapmak istediğim birşey varsa o da Hazretin hâtıra-i pâkine sürülmek istenilen bir lekeyi, bu levs-i bühtâni göstermek, onun mahiyetini, nereden geldiğini tetkik eylemektedir.'1[7]
Bundan sonra meşhur konferans hâdisesinden bahsederek Şeyhû'l-İslâmın hased yüzünden Cemâleddîn'i küçük düşürmek için ona dinsizlik isnad ettiğini anlatıyor.
Akif, Sıratı-ı Müştekim'in 91 inci sayısında yine Cemâleddîn Efgânî mevzuuna dönüyor ve Hasbihal başlıklı yazışma şöyle başlıyor:
"Geçen hafta merhum Cemâleddîn Efgânî'ye dâir bir kaç söz söylemiştim. Maksadım o büyük adama isnad edilmek istenilen dinsizliğin pek yanlış bir tevcih, olduğunu göstermek İdi..."
Akif, bundan sonra şuna buna yapıştırılan tekfir meselesine temasla şöyle devam ediyor:
"Müslümanlıkta en güç bir şey varsa o da bir adama dinsiz payesini vermekten ibaret olduğu halde fazlını, irfanını ikbalini, şöhretini çekemediğimiz, yahut tarz-ı tefekkürünü kendi meşrebimize muvafık görmediğimiz kimseleri bu hasbî rütbe ile nazardan düşürmek nedense bize pek kolay geliyor"
"Lüzûm-ı küfür başka, iltizam-ı küfr yine başka iken, yüzde doksan dokuz ihtimal doğrudan doğruya tekfirini icap eden bir adamı yüzde bir ihtimal İle kurtarmak üzerimize farz iken biz, biPakis binde bir ihtimal-i zayıf ile yakaladığımızı dinsiz yapıp çıkıyoruz, gerideki 999 ihtimal-i imânı nazara bile almıyoruz.."
"En garibi şurasıdır ki, bütün aktâr-ı İslâmiyede bu unvan ile teşhir edilen adamların kısm-ı azamî müslüınanhğı, müslümanları müdafaaya vakf-ı hayat etmiş olan ekâbir-i ümmettir; fedâkârân-ı millettir" (7)
Kör taassubun en şiddetli düşmanı olan Akif, o gibiler için bakın ne diyor: "doğrusu bu herifleri dinledikçe gençlerde dinsizlik modasını hemen hemen mazur göreceğim geliyor. Eğer dinin ne olduğunu bunlardan Öğrenseydim mutlaka İslâmm en büyük düşmanı olurdum" (e)[8]
İşte aklı başında olan her münevverin şikâyet ettiği bu kör taassub Cemâieddîn'in bu nutkunu bahane ederek hem o büyük din mücahidine ve hem de memleketin ilim ve irfan yuvası olan Dârü'l-fünuııa hücuma geçti. Cemâleddîn'i İstanbul'dan kovdurdu, Darü'l -fünûn'u da kapattı,
Mehmed Ali Ayni’nın Darü'l-fünûn Tarihi adlı eserinde, Safvet Paşanın Sadullah Paşaya gönderdiği bir mektubun sureti var. Bu mektupta Darü'l-fünunun açılışında kendi tarafından, Münif paşa ile Cemaleddîn Efgânî tarafından kırâet olunan Türkçe kelimâttan bahsederek Murad - Molla Tekkesi şeyhinin bunları âyât-i Kur'âniye ve ahâdîs-i şerife zanniyle ellerini kaldırıp duâ ettiğini de kaydediyor. "Meçhûlü'I-efkâr ve ahval bir Efganlı'nın sun'-ı Hüdâ olduğunu murad ederek Nübüvvet bir san'attır demesi, güçlükle meydana gelen bir ilim ocağının lağvini mucip olmuştur, diyor. [9]
Cemâleddin Efganî'nin bu konferansı 1287 Ramazanındaydı.
Onun bir de 1286 yılında Zilka'de ayında Dârü'l-fünun'un açılışında söylediği arapça bir hitabesi vardır ki, 22 Zil-ka'de 1286 tarihli Takvim-i Vakayı 1 de yayınlanmıştır. O Devri aydınlatması, Efgânînin fikirlerine ışık tutması bakımından önemli olan o hitabenin tercümesini veriyorum: '
"Allaha şükürler olsun ki, İslâm Devlet-i Aziziyesi (*)[10] göklerinde nice parlak güneşler meydana getirdi; onların ışıklarıyle bütün cihanı aydınlattı; onları vükelâ yaptı vc hilafet kehkeşamna koydu. Müslüman Osmanlı imparatorluğu gökyüzünde ışıldayan aylar meydana çıkardı; onların aydınlığıyla bütün insan oğullarını nurlandırdı; onları vüzerâ yapıp adalet bölgesine yerleştirdi. Yüksek akıllar, temiz nefsler sahiplerine, hassaten aklı-küll olan ve hidayet yollarını gösterene ve onların nurlarından nur alıp yüksek makamlara ulaşanlara salât olsun.
Kardeşlerimiz; basiret gözünü açınız; ibret gözüyle bakınız. Gaflet uykusundan kalkınız. Bilmiş olunuz ki, İslâm milleti mertebece en kuvvetli, kıymetçe en değerli idi. Akıl, dirayet ve ferasetçe çok yüksekti. Mücahede ve çalışma bakımından en çetin şeylere göğüs germekteydi. Sonradan millet rahata ve tembelliğe daldı. Medrese köşelerinde, tekke bucaklarında kaldı. O derece ki iyilik nurları söneyazdı. Maarif bayrakları silineyazdı. İkbâî güneşleri, kemâl halindeki dolunay tutulmaya yüztuttu. İslâm milletlerinin- bazıları, başka milletlerin istilâsı altına düştü. Onlara zillet elbisesi giydirdiler. Aziz olan milleti zelil ettiler. Bunlar hep uyanık bulunmamak, tenbellik yapmak, az çalışmak ve dirayetsizlik yüzünden oldu.
Şimdi ise, Tanrıya şükürler olsun, Emîrü'i-Mü'minîn ve zıllü Rabbi'l-Âlemin sayesinde-Allah onunla dini ve devleti kuvvetlendirsin ve onun doğruyu gören yetişkin vükelâsının ve vüzerâsmm himmetleriyle bu memlekette İslâm milleti uyanmağa başladı; hertaraf aydınlandı. Neredeyse aydınlığı gözleri alacak. Saltanat-ı Muhammediyenin şeref güneşi batıtaraftan doğdu, ışıkları bütün ülkelere yayıldı.
Kardeşler, Emîru'l-Müminîn ve doğru yolda giden vükelâsı bizlere mektepler, hikmet evleri, ilm ü irfan yuvaları, Dâru'l-fünunlar açtılar. Biz de hermaarifi elde edeüm. İnsanlık merdiveninde biz de yükseklim. Kendimizi cehaletten vc hayvanlık vasıflarından kurtaralım. Bu iyiliklerinden dolayı onlara düâ etmek, teşekkür etmek bize borçtur. İzzet ve şerefe götüren kemâlâtı tahsil etmeye çalışmamız gerekir. Ömrümüzü boş yere telef etmekten sakınalım. Fursatları kaçırmıyalım. Kendimize ve milletimize faydalı olan şeyleri bir yana bırakarak ömürlerimizi faydasız şeylerle geçirmiyelim. Geçmişlerin şerefini, gelecek nesillerin hukukunu zayi etmiyelim. Bu uğurda rahatımızı terk ederek çalışmalıyız. Bütün düşüncelerimizi, milletimizin ve ebnâ-yı cinsimizin şerefle yükselmesi için harcamalıyız. Hikmet mertebelerine götüren yollara
E-Dosya : Makale dosyasını indirmek için tıklayınız... |
Kitap Link : |