Hit (6364) M-82

Malik Aksel İle Mülakat

Yazar Adı : İlim Dalı : Biyografi
Konusu : Dili : Türkçe
Özelliği : Makale Türü : Müstakil
Ekleyen : Nurgül Çepni/2009-07-14 Güncelleyen : /0000-00-00

Malik Aksel ile Mülakat

Mehmet Menteşoğlu

SORU: Sayın hocam, okuyucularımıza kendinizi tanıtır mısınız?

M. AKSEL : Babam, maliye memurların­dan Mehmet Şevket, annem Mesude Hanım'-dır. Babam İstanbulludur. Fatih'te doğmuş­tur. Darüşşafaka'da tahsilini yapmıştır. Tah­silini bitirdikten sonra Rumeli'de, Selanik, Serez, Üsküp gibi şehirlere de gitmiş, türlü memuriyetlerde bulunmuştur. Güzel sanatla­ra karşı da ilgisi vardı. Resim yapar, musikî ile meşgul olurdu.

Ben ilk defa Rumeli'de, Serez'de Ahmet Paşa mektebine gittim. Rüştiye'ye gideceğim zaman Balkan Harbi koptu. Her şey alt üst oldu. Ailece İstanbul'a geldik. Babam tekrar memuriyete geçip, Darphanede çalışmaya başladı. Ben, İstanbul'da, Beyazıt Rüştiyesi'-ne girdim. Orayı bitirdim. İstanbul muallim mektebine kayıt oldum. Dört sene sonra bu­rayı da bitirdim. İstanbul'da muallim oldum. Aradan altı sene geçtikten sonra imtihanla Avrupa'ya resim ve resim pedagojisi tahsili için maarifçe gönderildim. Avrupa'da dört sent resim tahsili yaptım. Avrupa dönüşün­de Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü'nde resim öğretmeni oldum. Burada yirmi bir sene ça­lıştıktan sonra Çapa Eğitim Enstitüsü'ne geç­tim. Çapa'da resim ve resim sanat tarihi ho­calığı yaptım. Oradan emekli oldum. Doğu­mum 1903'tür. Halen resim sergilerine işti­rak ettiğim gibi dergilere de yazı yazmakta­yım.

SORU: Efendim, resim çalışmalarınızın yanında, Türk sanat tarihi konularında da pek çok eser verdiğinizi biliyoruz. Yayınlanmış eserleriniz hakkında bilgi verir misiniz?

M. AKSEL: Eserlerimi şöyle tanıtabilirim: «Resim Sergisinde 30 Gün» İlk kitabımdır. Ankara'da yayınlanmıştır. İkinci kitabım «Anadolu Halk Resimlerindir. İstanbul Üni­versitesi Sanat Tarihi Bölümü yayınlarındandır. Bu eserde halkın yapmış olduğu resim­lerle, hikâyeler. beraber ele alınmıştır. Re­simler, geleneğimizi ifade eden konulardandır. Diğer bir eserim «Kuş Evleri »dir. Bizde hem sanata, hem hayra bağlı ev, cami, yapı vs. gi­bi eserler vardır ki, bunların penceresi kuş yuvasıdır. Hatta daha büyük ebatta güver­cinler için böyle eserler düşünülmüştür. Ne yazık ki bu eserlerden bugüne pek azı kaldı. Daha önceleri tahta evlerde de kuş evleri vardı. Yandılar. Bunların kalanlarını tespit et­tim. Bir kısmı harab olmuştur. Bunlar Türk­lere has sanat eserleridir.

Bir de «Yazı - Resim» diye bir konuyu işledim. Bu konu Türk sanatının açıklığa ka­vuşmamış bir yanıdır. Bizde her hayırlı İş besmele ile başlar. Halk, hattatların (güzel yazı yazanların) eserlerinden sonra besmele­yi, kendi kaidesinden ayrılarak çiçeklerle süslemiştir. Nuh'un gemisi, amentü gemisi, eshab-ı keyf gemisi (yedi evliyalar) biçimin­de şekiller ortaya koymuştur. Hatta kalem kaldırmadan bir çizgide besmeleler dahi ya­pılmıştır. Bu eseri Elif Yayınevi yayınlamış­tır. Bundan sonra maarif vekâletinin basmış olduğu «Sanat ve Folklor» adındaki eserim gelir. O eser, sanatın birçok dallarına temas etmektedir. Meşhur ressamlar da burada ol­duğu gibi, edebî araştırmalara da yer veril­miştir. Eserin büyük bir kısmını kendim re­simledim. Bir de «Türkiyemiz» dergisinde memlekette çok olup da, aydın kişilerin bil­mediği cam altı diye bir tarzı tanıttım. Halk ressamlarından Mehmet Hulusi adında Sul­tan Abdülhamit devrinde pek çok resim yap­mış bir ressamı gene aynı mecmuada tanıt­tım. Bu ressamın İstanbul Kazancılar'da mat­baası bulunuyordu. Taş baskısı, renkli resim­ler yapmıştır ki bugün dahi bu şekilde re­sim yapacak sanatçılar bulunmamaktadır.

SORU: ilk resim çalışmasına ne zaman, nasıl başladığınızı da anlatsanız...

M. AKSEL: 1923'ten beri Galatasaray sergisine suluboya, yağlıboya resimler ver­mekteyim. Bugün hâlâ resimlerimin bir kıs-

mı İstanbul ve Galatasaray liselerinin duvar­larında asılıdır. Her sene devlet resim ser­gilerine katılmaktayım. Resimlerimin epeyce bir kısmı İstanbul'da müzede bulunmaktadır. Resme çok eskiden başladım. Daha okuma -yazmayı öğrenmeden evde babamla beraber resim yapardım. Oyun oynamaz, babamın çı­raklığını yapardım. Sonra bu iş, yavaş yavaş bilhassa muallim mektebinde Şevket Bey zamanında, bende meslek haline girmiştir.

SORU : Uzun yıllar öğretmenlik yaptı­ğınızı söylediniz. Hatıralarınızda, daha ziyade köyde geçen öğretmenlik günleriniz ağırlık teşkil ediyor. Belli ki o günler hafızanızda çok canlı yerler tutmuş. Sizden şöyle bir mu­kayese yapmanızı rica edeceğim:

Bir kesimin yazarları «Köy Gerçekçiliği» diye bir yol tutturarak, bir dönem bütün hi­kâye ve romanlarında hayali köyler canlan­dırdılar .Gerçek Anadolu Türk köyü ile, bun­ların «köy gerçekçiliği» anlayışının tezatları nelerdir?

M. AKSEL: Bizim halkımızın kendine has bir edebiyatı vardır. Bu millî edebiyat, köy­den çıkmış, fakat sonradan birtakım eserlerin tesiri altında kalmış edebiyatçılarda bambaş­ka bir hal alıyor. Meselâ, Mahmut Makal «Bizim Köy» diye bir kitap yayınlamıştır. Ma­kal, güya köyünü anlatmış ve bu kitabını da köylünün okumasını istiyor. Fakat köylü bu kitabı beğenmemiştir. Çünkü köyünü berbat ediyor .Köylü fakirliğini göstermek istemez. Köylü fakir de olsa cömert görünmek ister. Büyüğüne karşı saygılıdır. Bunun için bizde köy edebiyatı yapanlar şehirliye dönüktür. Köylü hiç eline almaz. Ancak köy edebiyatı, köy şiiri, köylünün anlayışı Darendelilerin, Seyizlilerin vs. sırtında taşıyıp, köy köy do­laştırıp götürdüğü kitaplarda görülüyor. Köy­lü, bunları anlayıp okuyor. Bu kitaplardaki hikâyelerde köylü daima yüksek insanla te­mastadır. (Padişah, vezir, hiç olmazsa zen­gin bir tüccar).

Köylüye göre güzel insanlar iyi ahlâklı­dır, iyi huyludur. Çirkin insanlar da devdir, ifrittir. Birtakım kötü kadınlar da cadıdır, şu­dur-budur. Bunun için daima güzele karşı her şeyin güzelini arar. Ve evlenmekle hi­kâye nihayet bulur. Meselâ, Tahir ile Zühre. Tahir genç bir çocuktur, fakat bir orduyu ye­niyor. Köylü böyle şeylerden hoşlanıyor. Tahir'in sevgilisini, Zühre'yi ailesi başkasına veriyor. Düğün yapılıyor. Düğün evine Tahir kadın elbisesi giyerek gidiyor. Ama kadın el­bisesi giymese de olurdu. Çünkü simasında zerre kadar erkeklik alâmeti yok. Bıyıkları yok, sakalı yok. Yüzü 14 yaşındaki çocuğun yüzü gibi. Tabiî 14 yaşındaki çocuğun yüzü kadına benzer. Hatta düğündeki kızlar bile onu görünce «ay ne güzel kız» diyerek etrafı­na toplanırlar. Sualler sorarlar ona. Hikâye böyle devam eder. İşte bu hikâyeleri halkı­mız asırlardan beri seve seve, tekrar tekrar okumuştur. Köroğlu da, böyledir, diğer eser­ler de. Ama gelgelelim köylü, Yakup Kadri'nin "Yaban"ını okumamıştır. Ama Âşık Garib'i sorsanız köylüye, hemen hemen baştan sonuna kadar okumuştur. Ezbere bilecek ka­dar iyi bilir. Sonra buradaki fevkalâdeliklere âşıktır. Âşık, sıkıldığı zaman bir dere, büyük bir nehir karşısına çıkar. Oradan geçmek için düşünür, sıkılır, geçemez. Karşısına bir beyaz at gelir. Sırtında bir adam vardır. Bu adam Hızır'dır. Bazı topluluklara göre ise Hz. Ali'dir. Âşık, gözünü açıp-kapatıncaya kadar istediği yere varır. Bu fevkalâdelikler köylü­yü daima tutar. Köylü realist değildir. Köylü doğrudan doğruya maddeyi görmek, ona bağ­lanmak istemez. İşte köylüyü, şehirli için köy edebiyatı yapan yazarlardan ayıran inanç ve duygular bunlardır.

SORU : Peyamî Safa'nın ve Tanpınar'ın romanlarında gördüğümüz ve sizin de çok ya­kından ilgilendiğiniz, ısrarla üzerinde durdu­ğunuz «Beyaz Ruslar» zümresi var. Bunların İstanbul halkının sosyal yaşayışına etki dere­celeri ne olmuştur?

M. AKSEL: Beyaz Rus dediğimiz insan­lar Rusya'nın üstün ve zengin sınıfıdır. Bun­lar Saraya, Çar'a bağlı kimselerdir. 1917 Bol­şevik ihtilâlinden sonra bu beyaz Ruslar Vrangel ordusuyla tekrar Rusya'yı ele geçirmek için İngilizlerin teşvikiyle tekrar harbe kalkı­şıyorlar. Fakat Vrangel ordusu mağlup olu­yor. Bu mağlubiyetten sonra binbir mahru­miyet, açlıklar içerisinde İstanbul'a geliyor­lar. İstanbul'da sahilde, rıhtımda iken «açız!» diye bağırıyorlar. O tarihler İstanbul, İngiliz işgali altındaydı. İngilizler, beyaz Rusların Avrupa'ya gitmelerine mani oldular. İstan­bul'da kalmalarına sebep oldular.

Memlekete bunlar birtakım modalar da getirdiler. Türk hanımları çarşaf ile gezerler­di. Sonra Rus başı ve sıkma baş moda oldu. Sıkma başın nasıl yayıldığını anlatayım. Rus kadınları bitlenmişlerdi. Bu yüzden saçlarını dipten tıraş ettiler. Sonra başlarına allı -pullu, renkli, alacalı bir bez sardılar. Ki buna Rus başı derlerdi o gün. Bizim Türk kadın­ları da bir ecnebinin böyle giyinmesine gıp­ta ederek başlarına bir örtü bağlamışlardır. Yani sıkma başın sebebini birçokları bilmi­yor bugün. Sebebi bu.

Rusya'dan getirdikleri ile yavaş yavaş Şehzadebaşı'na da hulul ettiler. Müslüman mahallelerine ve tiyatrolarına gidip orada tombala diye bir oyun icat ettiler. Votkayı da getirdiler. Şehzadebaşı'nda Kel Hasan'dan sonraki tiyatrocuları halk göre göre usanmıştı. Rus kızları, kadınları kurnazlıkla ti­yatroyu ele aldılar. Meselâ, o zamanın ga­zetelerinde bir ilân var. Diyor ki ilânda, fev­kalâde güzel Rus matmazelleri güreş ede­ceklerdir. Bunlar gayet ince, pembe renkte, insan teninde bir elbise giyiyorlar. Güreş meselesi değil. Birbiriyle itişip, kakışıyorlar. Yuvarlanıyorlar. Ve herkes bunları seyretme­ye koşuyor. İkincisi varyete diye bir şey icat edildi. Sinemada, arada perde açılıyor, Rus kızları gayet çıplak tesiri verecek kadar in­ce bir elbise içinde, bir erkekle çeşitli gös­teriler yapıyorlar. Halk da bunları seyretme­ye gidiyor. Florya'da ilk defa mayo ile denize giren gene Ruslardır. Halk, Florya'ya Kanarya dinlemek için giderdi. Bu defa çıplak Rus matmazellerini seyre gitmeye başladılar. Sonra mayo ile denize girmek bizde de mo­da olmaya başladı.

SORU : Bir dönemin sanat merkezi duru­munda bulunan «Direklerarası» da hatıraları­nızda önemli bir yer işgal ediyor. Direkler­arası ve o devirlerin sosyal hayatı hakkında da açıklamalarda bulunabilir misiniz?

M. AKSEL: İki türlü sanatkâr vardı. Müslüman ve Hıristiyan. Hıristiyan olanların içerisinde daha ziyade Ermeniler tiyatroya bağlı idi. Ermeniler dram şeklinde Avrupa tercümesi oyunlar gösterirlerdi. Abdürrezzak ise hem sarayda oynar,hem Şehzadebaşı, hem de Kadıköy'de, Kuşdili'nde temsiller ve­rirdi.

Tiyatro seyrine gelen kadınlar yaşmaklı­dır .Kafes arkasındadırlar. Saraydan da Arap harem ağalarıyla gelenler olur. Yani kaç-göç vardır. Orada Kel Hasan'ı seyrederler. Dondurmalar yerler. Konuşmalar yaparlar. Ayrıca tiyatroya gelen beyzadeler, paşazade­ler de bunlarla birtakım işareretleşmeler ya­parlar .O devirde konuşma yok ama, her şe­yin bir dili vardır. Mendilin, yelpazenin, el hareketlerinin, fesin giyiniş şeklinin, püskü­lün birer manası vardır. Böyle işaretlerle ka­dınla erkek arasında kuş dili gibi konuşmalar olurdu.

SORU : Sizin «Direklerarası» ile ilgi de­receniz nedir acaba?

M. AKSEL: Benim Direklerarası ile ilgi derecem evimizin az-çok oraya yakın olma­sı, gitme gelme rahatlığı bulunması ve bu-

nu çocukluk eğlencesi olarak benimsememdir.0 günkü yaşayıştan bir-İki misal daha vereyim.

O zamanlar yalnız Şehzadebaşı değil de muhallebiciler dahi kadınların girebileceği yerdi. Kadınlar kafesler arkasında, erkekler de dışarıda bulunurdu. Ramazanda ise er­kekler kadınların yerlerine girer gizli oruç bozarlardı.

Ayrıca tramvayların önü iki sıra kadın­lara, arkası da erkeklere mahsustur. Hiç kimse kadınların bulunduğu yere gidip otu­ramaz. O devirde polis, karakol lafı, adliye vs. halkı çok korkutan ve disipline sevkeden birtakım vesilelerdi. Onun için tramvayda kadınların yeri vardı. Fakat aradaki perde de kalındır.

SORU: Sayın hocam, sizin dikkatimizi çeken önemli yanlarınızdan birisi de resimle ilgili çalışmalarınız. Sizi, diğer ressamlardan ayıran hususiyetleriniz nelerdir?

M. AKSEL: Ben mektepten çıktıktan sonra ressam Şevket Bey'in tavsiyesiyle Ga­latasaray sergisine resim verdim. Galatasa­ray sergisindeki ilk resimlerim amin alayı, mektebe yeni girme, izciler, mektep eğlence­leri, gezmeler, kız ve erkek çocukları, oyun­cular. Bu gibi konular. O sırada bu resimle­rimden dolayı sanatkârların hepsi bana tu­haf tuhaf bakıyorlardı. Çünkü o sırada moda olan şey manzara ve çiçek resimleriydi. Ben ise insan resimleri yapıyorum. Sonra yağlı boya da değil, sulu boya yapıyorum. Benîm çabucak sulu boyacı Malik Vicdanî diye adım yayıldı. Bu resimleri ilk defa 3-4 lira­ya sattım.

SORU: Efendim, millet olarak tarihî akı­şımız içinde gerçek sanatın ve sanatkârın el üstünde tutulduğunu görüyoruz. Fakat millî sanat hayatının zaman zaman darbelendiği de bir gerçek. İster halk, ister klâsik sanatımız olsun, yapılmış tahribat ve yıkımlar üzerinde­ki düşüncelerinizi söyler misiniz?

M. AKSEL: Sultan Mahmut devrinden itibaren bazı sanat eserlerine karşı yanlış anlama dolayısıyla birtakım tahribatlara gi­rişilmiştir. Nitekim Sultan Mahmut devrinde yeniçeriler isyanı bastırılınca bunlara ait hatıralar, resimler, kitaplar yakılıp yıkılmıştır. Maalesef bizde herhangi bîr İnkılâp do­layısıyla tahribata en çok maruz kalan, sanat eserleri oluyor. Bu, Avrupa'da böyle olmu­yor. Büyük bir İnkılâp macerası geçiren Fran­sa, ihtilâl-i kebirinde sanat eserlerine dokun­madığı halde, bizde ilkin sanat eserlerine hü­cum ediliyor. Cumhuriyet inkılâbından sonra İstanbul'da padişah tuğraları büyük bir sa­nat eseri olduğu halde kazınmıştır. Bunu Kapalıçarşı'nın kapısında görebiliriz. Ayrıca tarihî yazma eserler, devrini atlatmış olduğu için aynen muhafaza edilmek gerekirden, bu sefer matbaalarda bunlara el sürülmüştür. Meselâ halk hikâyelerinde resimler vardır. Ekseriya halk hikâye kitaplarının üzerinde Âşık Garip, Leylâ ile Mecnun diye yazılar vardır. Bunları silmişlerdir. Neden? Eski yazı olduğu için. Halbuki bunlar devrini atlatmış tarihî bir vesika olarak kalabilirdi. Bu tahri­batları devlet büyüklerinden ziyade birtakım gayretkeşler yukarıya yaranmak için yapmış­lardır. Bir ara işittiğime göre Bursa'da me­zar taşlarındaki fesleri bile kırmışlardır. Türk mezar taşlarında daima bir serpuş bulunur­du. Bunlar birer hatıra, birer sanat eseridir. Gene işittiğime göre Sahaflar'da resimli ki­taplar toplanmış, üzerinde eski yazı olduğu için yakılmıştır. Halk resimlerine cahillerin resmi denildiği için ilgi gösterilmemiş, maa­lesef bu eserler zamanla ortadan kaybolmuş­tur. Bir kısmı tekkelerde kalmış, dini bir hu­susiyeti olduğu için muhafaza edilmiştir. Me­selâ Hz. Ali'nin devesi, Hacı Bektaşi Veli'nin duvarı yürütmesi gibi eserler tekkeler­de görülmektedir. Bunlar da zamanla çürü­yor, kurt yiyor ve neticede yırtılıp ortadan kalkıyor.

Türkiye'de Osmanlı İmparatorluğu dev­rinden beri sanatın korunacağı, muhafaza edi­leceği yerler, müzeler, saraylar olmadığı İçin sanat eserleri bugün bir İtalya, bir Fransa, bir Almanya'ya nispetle daha azdır. Halbuki yapılmıştır. Büyük minyatürcüler, güçlü halk ressamları yetişmiştir. Bu hususta Evliya Çelebi'de notlar dahi vardır. Ama bu sanat eserlerinin ne olduğu bugün bilinmemektedir.

* Açıklamalarınızdan dolayı çok teşek­kür ederiz, hocam.

Yayınlandığı Kaynak : 1977-03-01
Yayınlandığı Dergi : a Sanat ve Edebiyat Dergisi
Sanal Dergi :
Makale Linki :
Otel Tekstili antalya escort sakarya escort mersin escort gaziantep escort diyarbakir escort manisa escort bursa escort kayseri escort tekirdağ escort ankara escort adana escort ad?yaman escort afyon escort> ağrı escort ayd?n escort balıkesir escort çanakkale escort çorum escort denizli escort elaz?? escort erzurum escort eskişehir escort hatay escort istanbul escort izmir escort kocaeli escort konya escort kütahya escort malatya escort mardin escort muğla escort ordu escort samsun escort sivas escort tokat escort trabzon escort urfa escort van escort zonguldak escort batman escort şırnak escort osmaniye escort giresun escort ?sparta escort aksaray escort yozgat escort edirne escort düzce escort kastamonu escort uşak escort niğde escort rize escort amasya escort bolu escort alanya escort buca escort bornova escort izmit escort gebze escort fethiye escort bodrum escort manavgat escort alsancak escort kızılay escort eryaman escort sincan escort çorlu escort adana escort