Hit (4003) M-231

İslamın Tanıttığı Allah

Yazar Adı : İlim Dalı : Kelam
Konusu : Dili : Türkçe
Özelliği : Makale Türü : Müstakil
Ekleyen : Nurgül Çepni/2009-07-04 Güncelleyen : /0000-00-00

İslam'ın Tanıttığı Allah

Allah kelimesi, bütün ilahi sıfatları kendisinde toplayan Zat’a delalet eden özel isimdir.Bu kutlu ismin etimolojisi hakkında çeşitli görüşler vardır. En kuvvetli ihtimale göre bu lafzın aslı, “Ma’bud” manasına gelen ilah kelimesinin ma’rife şekli olan El-İlah ‘tır. Buna göre Allah : belirli olan gerçek Tanrı demektir. Tanrının tek olması ve bu lafzın çok kullanılması sebebiyle, artık İlah denilince O hatıra geldiğinden, kısaltılarak Allah denilmiştir.

Uluhiyyeti belirtmek için gerek Akad, Ugarit, Fenike dilleri gibi ölü ve gerekse Arapça, İbranice gibi yaşayan Sami dillerde müşterek El lafzı, aynı “Başlangıçtaki monoteizm” tezinin doğruluğuna delil olmaktadır. Demek ki en eski dönemden beri bu pek geniş coğrafyayaya yayılmış insanlar, gerçek Tanrıya kulluk ediyorlardı. Cahiliye arapları gökleri ve yeri , kendilerini ve bütün canlıları yaratan, yağmuru indirip yeryüzünü canlandıranın Allah oduğunu kabul ediyorlardı. Fakat çok ötelerde düşündükleri bu Yüce Varlığı unutmuşlar, ibadetlerini O’nun kızları ve oğulları diye iddia ettikleri bazı tanrılara yöneltmişlerdi. Bunların, O’nun katında kendilerinin şefaatçileri olacaklarına inanıyor, Allah’ı ancak bir felaket sırasında hatırlıyorlardı.

“İnsanlar, hemcinsler arasındaki karışıklığı önlemek için birbirlerine özel isim veregelmişlerdir. Halbuki gerçek Tanrı tektir. Dolayısıyla Onu ayırd etme ihtiyacı olmadığına göre isminin bulunması gerekmez” diyen bazı filozoflar bulunabilir. Fakat beşeri realitede isim, sadece hemcinsleri birbirinden ayırd ettiren basit bir etiket olmayıp, aynı zamanda varlığı ve şahsiyeti tamamlayan bir unsurdur. Öyle ki adı olmayan yok hükmündedir. Ancak var olanın adı sanı anılır. İşte bunun içindir ki Tanrı, benzeri olmasa da özel isim taşır. Kaldı ki isim objeye tekabül edip onu izhar eder. İnsanlar arasındaki ortak anlayışa göre, bir şahsın özü onun adında odaklaşır. Adsız adam adeta varlıktan da mahrum sayılır. Keza insanlar, bütün varlıklarıyla yöneldikleri Rab Tealaya yalvarır ve hitab ederken kullanacakları birtakım isimlerinin bulunmasında zaruret vardır.

Allah’ın varlığı en bariz tarzda tezahür ettiğinden O, Zatını bu tezahürü ifade eden birçok isimle anmıştır. Allah’ın zatı, sıfatları; sıfatları ise isimleriyle bilinir. Bütün kainat, Onun isimlerinin tecellilerinden ibarettir. İsimler ise ilahi vasıflardan ibarettir. Nitekim Allah’ı zat olarak kabul eden her din, O’nu tanıtmak için çok sayıda akli yüklemler kullanır. Bu yüklemler gerçeğe tekabül edip sembolik ifadeler değildirler. Mesela “Allah Rahim’dir”, “Allah Kadir’dir”, Allah Hakimdir”, “Allah Ğafurdur” demek gibi. Allah’ın isimleri daha fazla olmakla beraber, en meşhur olan 99 ismin, Müslümanların dini hayatlarında özel bir yeri vardır. Hz. Peygamber (a.s.m.) bunları belleyip zikredenin Cennete gireceğini bildirmiştir. Mümin her ismi zikredişinde,o vasıftan nasibini de düşünür. Zira Allahın ahlakı ile ahlâklanmak İslamın idealidir. Bu ideali gerçekleştirmede en önemli vesile Allah’ın bu güzel isimlerini zikretmek, onları tefekkür edip , onlardan etkilenmektir. Bu vasıflardan bir kısmının geçtiği şu iki pasajı Kur’an’dan iktibas edelim: Bunlardan birincisi, İslam ibadet hayatının esası olan Fatiha suresidir:

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile. Bütün hamdler, övgüler Alemlerin Rabbi Allah’adır. O Rahman’dır, Rahim’dir (Zatında sonsuz rahmet sahibi olduğu gibi mahlûklarına da merhamet, af ve ihsanda bulunandır). Din (işlerin karşılığının alınacağı hesap) gününün Hakim’idir” (Kur’an, 1:1-4)

“Allah’tır gerçek İlah. Ondan başka yoktur ilah. Görünmeyen ve görünen her şeyi Bilen’dir. O Rahman’dır, Rahim’dir.

Allah’tır gerçek İlah. Ondan başka yoktur ilah. O Melik’tir (gerçek Hükümdardır), Kuddûs’tur (her türlü eksikten beridir), Selâm’dır (Kusurlardan salim olup esenlik ve barışın kaynağıdır), Mü’min’dir (güvenlik verendir), Muheymin’dir (Her şeyin üzerinde gözeten ve kollayandır), Aziz’dir (üstün kudret sahibi,mutlak galiptir), Cebbar’dır (mahluklarının durumlarını düzelten ve mutlak iradesi ile onları yönetendir), Mütekebbir’dir (büyükler Büyüğüdür). Allah, müşriklerin iddialarından münezzehtir.

Allah, o gerçek İlâhtır ki Hâlık’tır (Yaratıcıdır), Bari’dir (mahluklarını düzgün ve ahenkli tarzda yaratandır), Musavvir’dir (mahluklara özel suretlerini verendir). Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Onu takdis eder. O Aziz’dir, Hakim’dir (her şeyi yerli yerince yapandır)” (Kur’an, 59:22-24).

Allah’ın isimleri içtihadi olmayıp tevkifidir, yani ancak vahiy yolu ile bildirilen isimler muteberdir. Bu isimler çeşitli tasniflere tabi tutulmuşlardır ki o ayrıntılara burada girmeyeceğiz. Çeşitli dillerde Uluhiyyet hakkında kullanılan özel isimler ise muteberdir.

Allah’ın isimlerinin çokluğu, Onun fiillerinin çokluğunu anlamamızı kolaylaştırır. Ulûhiyyetin muhtevasına sınırsızlık verir. O’nu kısıtlayıcı, dar anlayışlardan kurtarır. Özellikle birbirinin zıddı olan isimler, unutmamak gerekir ki zıd, mütenakız demek değildir; Ulûhiyyeti sınırlama eğilimi taşıyan anlayışlara etkili birer engel olurlar. Kimisi O’nu sadece Zahir olarak görmek ister. Öyledir amma, Allah Batın’ dır aynı zamanda. O, Muizz olup dilediğini yükselttiği gibi, aynı zamanda Müzill olduğundan dilediğini alçaltır. Hayatı verip bütün kainatı canlandıran Muhyi olduğu gibi, Mümit olarak da, belirlediği vakit geldiğinde hayatı geri alır.

Allah’ın vasıflarının çoğu isbat kabilinden olup selbi vasıflar az kullanılmışlardır. Yani Ulûhiyyetin mahiyetinin ne olmadığını bildirmekten ziyade, ne olduğu bildirilmiştir. Bu da insanlar arasında mükemmelliği bildiren bazı ideal sıfatlarla Allah’ın tavsif edilmesi şeklinde tezahür etmiştir. Felsefi temayülün arzu ettiği gibi sadece selbi yön hakim olsa, yani “Allah’ın mekanı yoktur, sıfatları yoktur, görünmez, bilinmez, asla tasavvur bile edilemez vb.” şeyler söylenseydi, bu asla bir tanıtma olmazdı. Halbuki insanın fıtratı ve aklı, var olanı, birtakım sıfatlarla tanıyabilir: Hayy (Diri), işiten, gören, irade eden, seven,merhamet eden,affeden, cezalandıran gibi. Ama Kur’an’ın tanıtma üslubu, isbat yönüne ağırlık vermekle beraber selbi yönü ihmal etmemiştir. Böylece insan fıtratına uygun tanıtma şeklinin, tek başına bu iki yönden hiç birinde olmayıp, bu iki zıddın birlikte olarak ahenk içinde bir bütün teşkil etmesinde olduğunu göstermiştir. Bu konuda en karakteristik olduğunu söyleyebileceğimiz şu bir tek ayetle Kur’an, insan idrakinin Allah hakkında düşünebileceği en ideal bir marifeti özetlemiştir: “Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur. (Bununla beraber) O, İşitendir, Görendir” (Kur’an, 42, 11). Birinci kısım selb, ikinci kısım isbattır. Nitekim Allah’ı tanıtan , şimdi meallerini iktibas edeceğimiz İhlas suresi ile Ayete’l-Kürsi de iki yönü de dengeli olarak ihtiva etmektedir.

“De ki: O, Allah’tır, gerçek İlahtır. Allah Samed’dir (Her şey O’na muhtaçken O, hiçbir şeye muhtaç değildir). Ne doğurdu, ne doğuruldu. Ne de herhangi bir şey O’na denk oldu” (Kur’an, 114 (İhlas):1-4)

“Allah O İlahtır ki, Kendisinden başka ilah yoktur. Hayy’dir (Mutlak Diri, ezeli ebedi hayat sahibidir), Kayyum’dur (Kendi Zatı ile var olup bütün varlıkları varlıkta tutan,onları yönetendir). Kendisini ne bir uyuklama, ne de uyku tutamaz. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. İzni olmadan huzurunda şefaat etmek kimin haddine? Yarattığı mahlukların önünde ardında ne var, hepsini bilir. Mahluklar ise O’nun dilediğinden başka , ilminden hiçbir şey kavrayamazlar. O’nun Kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na ağır gelmez. O, öyle Ulu, öyle büyüktür” (Kur’an, 2:255).

İsbat unsurları Uluhiyyet hakkında insan düşüncesine bir tasavvur verir. O’nu bildiğimiz birtakım varlık sıfatlarıyla tanıtır. Fakat öbür taraftan gelen selb ve tenzih unsurları bu tasavvuru buharlaştırır. O’nun mahdut, fani idrakimize sığmayacağını, bütün tasavvurların ötesinde olduğunu bildirir. İşte zahiren teşbih (antropomorphisme) ifade eden ( Diri,Gören, İşiten, Konuşan, Affeden, İrade eden vb.), hatta O’na rıza, gazap, sevgi, merhamet, Arş üzerine kurulma, el izafe eden müteşabih ayetleri anlamakta istikametten ayrılmamak gerekir. O da vahyin izafe ettiği sıfatları inkar etmemekle beraber Allah’ı, herhangi bir hususta mahluklara benzemekten tenzih etmektir.

Allah’a iman etmek, O’nun yüce zatı hakkında vacib olan kemal sıfatlarını, imkansız olan noksan sıfatları ve mümkün olan sıfatları bilip öylece inanmaktır. O bütün mükemmelliklerle muttasıf, her türlü eksikten münezzehtir. Sıfatları: a) Sıfat-ı selbiyye b) Sıfat-ı sübutiyye c) Sıfat-ı fiiliyye olarak üç kısımdır.

Sıfat-ı selbiyye, varlıkla ilgili olmayıp Allah’ın zatına dair şu sıfatlardır:

1-Var olma;
2-Kıdem (varlığının başlangıcı olmamak);
3-Beka (Varlığının sonu olmamak);
4-Muhalefe li’l-havadis (Sonradan var olan varlıklara benzememek);
5-Kıyam bi-nefsihi (Varlığı zatından olup başkası ile kaim olmamak);
6-Vahdaniyyet (Zatında, sıfatlarında ve fiillerinde Bir olmak. Yaratan, yöneten ve ibadete layık olanın yalnız Allah Teâlâ olması).

Sıfat-ı sübutiyye ise şu sekiz sıfattır:
1-Hayat (Diri, yani mutlak,ezeli ve ebedi hayat sahibi olmasıdır).

2-İlim (Her şeyi, vasıtalara muhtaç olmaksızın ezeli ilmiyle bilmesidir. İlim sıfatının taallukundan hiçbir şey hariç kalamaz).

3-İrade (Dilediği şeyi, dilediği nitelik ve vakte tahsis etmesi. Allah’ın iradesi iki nevidir: Birincisi Tekvini irade olup taalluk ettiği şeyi mutlaka gerçekleştirir. Hayra ve taate olduğu gibi şer ve masiyete de taalluk eder. İkincisi: Teşrii iradedir ki taalluk ettiği hususun gerçekleşmesini gerektirmez, yalnız hayra ve taate talluk eder).

4-Kudret (Bütün makduratı, vakti gelince, ezeli iradesine uygun olarak yapmasıdır).

5-Sem’ (İşitilmesi mümkün olan her şeyi, vasıtalara muhtac olmaksızın işitmesidir).

6-Basar (Görülebilecek her şeyi vasıtalara muhtac olmaksızın görmesidir).

7-Kelam (Söylemek sıfatı olup ezelidir ve her şeye taalluk eder. Vahiyler, ilahi kitaplar, ilhamlar bu sıfatın taalluk etmesiyle zuhur etmiştir).

8-Tekvin (Yaratmak, yokluktan varlığa çıkarmak demektir. Bu sıfat, kudret sıfatından farklıdır. Kudret, makdurun varlığını gerektirmez; halbuki tekvin, makdurun varlığını gerekli kılar. Tekvin sıfatı; yaratma, rızıklandırma, diriltme, öldürme gibi Allah’a ait fiillerin merciidir.

Sıfat-ı fiiliyye: Allah’ın Zatının muktezası olmayıp, dilemesinin gereği olan kemal sıfatlarıdır. Dilediği zaman yapıp dilediği zaman yapmadığı yaratma, diriltme, öldürme, rızıklandırma, nimet verme, merhamet etme, affetme, tevbeyi kabul etme, aziz veya zelil kılma, razı olma veya gazab etme gibi fiillerdir. Bunların hepsinin mercii tekvin sıfatıdır.

Allah’ın varlığının delilleri

Allah’ın varlığı duyularla idrak edilemez. Bundan ötürü O’nun varlığını elle tutulur, gözle görülür hale getirmek söz konusu olamaz.

Fakat Allah’ın duyularla idrak edilemeyeceğini söylemek, O’nun varlığının akılla bilinememesi veya akla aykırı olması manasına gelmez. Bizde sevgi, nefret, özlem, inat gibi birçok duygu vardır ki onların mahiyetlerini idrak edemiyoruz. Ama varlıkları bedihidir, ortadadır. Allah Teâlâ’nın varlığı da bedihidir. Bilimlerdeki aksiyomlar kabilindendir. Aksiyom nasıl çıkış noktasını oluşturur ve ispatlanmaya ihtiyacı olmazsa,bu muazzam kainatı var eden ve saymaya gelmez yaratıcı faaliyet eserleriyle dolduran Yaradan’ın varlığı da öyledir. O, zuhurunun şiddetinden gizlidir. Çok kuvvetli ışığın göz kamaştırması, ona bakılamadığı için o ışık kaynağının görülememesi gibi, bu derecedeki zuhur, Allah’ın varlığına adeta perde olmuştur.

Biz insanlar, bütün hakikatlerin tam bir açıklıkla gösterilemediği bu imtihan dünyasında hemen her hususta bedihi şeylerden hareket ederiz, teslimiyet gösteririz. Hatta, nelerden yapıldığını bilmeksizin doktorun verdiği ilaçları yutarız. Mühendis olmaksızın, statik hesapları, ilgili inşaat projelerini incelemeksizin, yani sağlamlık derecesini bilmeksizin binalarda otururuz. Uçuş teknolojisini araştırmaksızın uçağa binmeyeceğimizi söylemeyiz. İşlerimizi yürütmeye bakar, maksada ulaşırız. İşte Allah’a iman da böyle bir bedahettir. İnsanlar, bu inançta kendi faydalarına, akıllarına, ahlaklarına uymayan hiçbir taraf görmez, tam bir huzur içinde fikri, ahlaki, ferdi ve içtimai hayatlarını sürdürürler . Fakat asıl problemler, akla uymayan taraflar, mutsuzluklar, Tanrının varlığını inkar etmek halinde ortaya çıkar. Bu meselede zilyedlik iman tarafındadır. Zira bütün çağlarda ve bütün mekanlarda insanların Yüce Yaradan’ı kabul ettikleri kesin olarak meydandadır. (O’nun sıfatları konusunda toplumların ihtilaf halinde olması, meselenin aslına zarar vermez). İnkar hep arızi ve binde birden daha az nisbette bulunmakla nadir olmuştur. Nadir ise, yok hükmündedir. Şu halde, asıl ispat külfeti, inkar edenlere düşer.

Aklın düşünme kurallarından biri olarak, herhangi bir şeyin varlığını ispat kolaydır. Bir iki delil veya karine ile kanaat getirilir. Mesela Hindistan cevizi ağacının var olduğunu iddia eden kimse, delil olarak sadece bazı meyvelerini taşıyan bir tek dal göstermekle davasını ispat eder. Fakat dünyada böyle bir ağacın bulunduğunu inkar eden kimse, yeryüzünü karış karış dolaşıp bulunmadığını tesbit etmediği sürece iddiasını ispatlayamaz. İddiası, aklen, başka insanlar nezdinde geçerli olamaz. Karış karış dolaşmak ise, imkansız denilecek kadar zordur.Onun içindir ki bir Mantık kuralı olarak “Mutlak yokluk (nefy) ispatlanamaz”. Mesela, ahireti inkar da böyledir. İnkar eden, dış dünya, yani objektif dünya hakkında hüküm veremez. Geçmiş ve gelecek bütün zamanları elekten geçirmeden, aklen geçerli olmak şartıyla, kimse çıkıp “Ahiret hayatı yoktur” diyemez. Objektif dünya hakkında hüküm veremez. Onun yapabileceği en fazla iş, kendi sübjektif köşesinde “Bana göre yoktur, ben inanmıyorum” demekten ibarettir. Varlığı kabul edenler, kendi dışlarında objektif dünyaya ait hüküm verdiklerinden, biribirlerine kuvvet verebilirler, sayıları arttıkça davaları kuvvet kazanır, işleri kolaylaşır.Bu durum, çok ağır bir yükü omuzlayanların, biribirlerine destek olarak onu kaldırmalarına benzer. Buna karşılık inkar tarafını tutanlar, mantıken birbirlerine kuvvet veremezler. Her birinin kabul etmemesi, kendilerine ait şahsi sebeplere raci olur. Kimisi “Gözlerim iyi görmüyor”, kimisi “Aklım almıyor”, kimisi “Benim bilgi imkanlarım bana bunu düşündürmüyor” demek mecburiyetindedirler. Yani dış dünyaya hükmedemeksizin, “şahsi sebep” ileri sürmekten öteye geçemezler. Bu ise, başkaları için geçerli bir delil teşkil etmez. Bu şekilde inkar edenlerin durumu, mesela çok dar bir delikten geçmeye mecbur kalanların durumu gibidir ki, ancak bir kişinin sığacağı o delikten herkes tek tek geçme durumundadır. O işte başkasının faydası olamaz. Yahut bir hendekten atlama gibidir ki her bir kişi ancak tek başına atlamak durumundadır, bu işte yardımlaşma geçerli olamaz.

Alemi yaratan varlığa inanma, insanın yaratılışında mevcuttur. İnsanın zorunlu olarak bildiği şeylerden biri de her şeyin, onu meydana getiren bir sebebinin olduğu meselesidir. İnsan bu kainatı müşahede edince, tesadüfen meydana gelemeyecegini düşünüp Yüce Yaradan’a iman etmiştir. Bu hususta cahil, bilgin, çocuk, yaşlı müsavidir. Hatta insanlık arasında farklı bir görüş yoktur. Fakat insanlar, bu Yaratıcının sıfatları ve emirleri konusunda ihtilaf etmektedirler. Zira mesele sadece duyuların ve akılların verilerine kalsa, bu ihtilaf kaçınılmaz olacaktır. Bazıları O’nun ruhtan ibaret olup kendisini birtakım putların temsil ettiğini düşünürler. Bazıları O’nun tek olup Arş’ı üzerinde oturduğunu, bazıları ise O’nun yeryüzünde yaşayan bazı insanların bedenlerine hülul ettiğini düşünürler.

O’nun varlığını inkâr ve kainatın ezeli olduğunu iddia edenler, nazarı itibara alınmayacak derecede azdırlar. Onlar her toplumda fikir ve din adamları ve geniş kitle tarafından reddedilmişlerdir. İnsanların Allah’ın varlığı hakkında şüphe etmelerinin sebebi, O’nun akli deliller ve nazari kıyaslarla, zihni bir suret olarak anlama ve tasavvur etme isteğidir. Fakat Allah Teâlâ insanların bildiği hiçbir şey tarzında olmadığından, akli muhakeme yürüten kimse O’nun hakkında hiçbir şey söyleyemeyip şaşırmaktadır. Bundandır ki Allah, insanları kendi akıllarıyla başbaşa bırakmamış, Resullere vahyetmiş, buyruklarını göndererek insanları irşad etmiştir. Varlığından insanları haberdar etmiş, bir kısım sıfatlarını, fiillerini tanıtmış, insanlığı mutlu kılacak hayat prensiplerini bildirmiştir. Birçok defa iyileri himaye, zalim ve azgınları cezalandırmak üzere tarihe müdahale etmiştir. Bu sebepten, her işte işin uzmanını arayan insanlık, Allah’ı tanıma konusunda da başta peygamberler olarak, onların yolunda ve irşad halkalarında olgunlaşan ilim sahiplerine başvurmalıdır. Saati bozulan kimse kasaba, arabası bozulan kimse marangoza gitmezken, din konusunda hiçbir tecrübesi olmayan, tamamen maddeci bir düşünce içinde hapsolmuş kişilere gitmek, onların hükümlerine güvenmek de kesinlikle yanlıştır.

İman hakikatlerini aklın kavrayabileceği tarzda izah ve ispat etmeyi konu edinen Kelam ilmi uzmanları, Allah’ın varlığının bir çok delilini ortaya koymuşlardır. Aslında-daha önce de belirttiğimiz gibi- aşikar olan bu gerçeğin ispata ihtiyacı olmadığı da söylenebilir. Fakat muarızlar tarafından ileri sürülen şüpheleri cevapsız bırakmamak ve şüpheye düşebilecek az nisbetteki Müslümanların şüphelerini gidermek bir vazife olduğundan Kelam ilmi kurulup gelişmiştir. Şimdi, Kelâm ilminde Allah’ın varlığını ispat gayesine matuf olarak klasik hale gelmiş delillerden en meşhurlarını arzedelim:

Hudûs delili: Alem hadistir, sonradan meydana gelmiştir. Zira hareket ve sükun, birleşmek ve ayrılmak gibi değişen hadiselere mahaldir. Hadis olan her şeyin ise elbette bir muhdis’i (meydana getireni) vardır.

İmkân delili: Varlıklar mevcuttur. Varlık ya zorunludur, ya muhdes (sonradan var olmuş)tur. Muhdes olanın varlığı ve yokluğu müsavidir. Mümkin varlığın var olması için, bir müreccih’in (tercih eden failin) bulunması gerekir. Ve bu müreccihler silsilesinin de bir yerde sona ermesi gerekir. F. Razi’ye göre ise imkân delilinin izahı şöyledir: Mahiyetleri aynı olan cisimlerin her biri, cismin alabileceği her türlü sıfatı alabilir. Halbuki realitede her cisim grubunun belirli vasıflara sahip olduğunu görürüz. Demek cisme, kendisine mahsus sıfatları tahsis eden bir muhassıs vardır. Devr ve teselsül imkânsız olduğuna göre, o muhassıs da Vacibu’l-Vücud (varlığı zorunlu) olan Allah’dır. (Devr: Mümkin olan iki varlıktan her birinin, ötekinin var olması için illet teşkil etmesidir. Teselsül ise: Hadislerin ve mümkinlerin birbirinin illeti (doğurucusu) olarak geriye doğru nihayetsiz devam etmesidir. Âlemde her şey mümkindir. Mümkinin varlığını yokluğuna tercih edecek bir müreccihe ihtiyaç vardır. Amma bu teselsül sona kadar devam edemez).

Gaye ve nizam delili: Kâinatta ince, dakik ve sağlam bir tarzda işleyen bir nizam vardır. Âlemi dağılmaktan kurtarıp bir sistem halinde tutarak onu ayakta tutan, bu nizamdır. Fayda ve hikmetlerden bahseden bütün ayetler bu nizam fikrini verdirmek isterler. Beşeriyetin başlangıcından beri teşekkül eden bilim dalları, bu yüksek nizamın şahitleridir. Kainatın her nev’ine dair birer fen (bilim disiplini) kurulmuştur. Fen ise, külli kurallardan, kanunlardan ibarettir. Her tarafta geçerli olan genel kurallar, nizamın son derece mükemmelliğine delalet eder. Şu halde her bilim dalı, ışıklı bir delil olup, varlıklara takılan meyveler tarzında gaye ve semereleri göstermekle, Yaratıcı’nın kasd ve hikmetini ilan etmektedir.

Böylece önümüzde arz-ı endam eden bu sistemler topluluğu hakkında üç ihtimal bulunabilir: Ya ezelidir veya sonradan kendiliğinden olmuştur yahut bir Faili vardır. Âlem hadiseler sahnesi olduğuna göre, kadim olma ihtimali ortadan kalkar. Evrenin bu mükemmeliyetiyle beraber, kendi kendisini yapması da düşünülemez; zira alem mevcut olan varlığını bile devam ettiremiyor. Öyle ise ister istemez üçüncü şıkkı kabul etmek kesinleşir. Bir başka deyişle kainat, birbirine uygun sebep ve gayeler sistemi arzeder. Bu mükemmel durum ise, ancak ilmin ve iradenin eseri olabilir. Şu halde kâinat âlim bir müessirin eseridir.

Kabul-i âmme delili: Yeryüzünde ırkları, ülkeleri, din, mezheb ve fikirleri farklı farklı bütün insanlar, bütün zamanlarda hikmet sahibi bir Failin varlığını itiraf etmektedirler. O, her dilde anılmış ve her çağda melce’ olmuş, insanlar O’nun himayesine sığınmışlardır.

Fıtri (vicdani) delili: İnsan vicdanı, Tanrı’nın varlığını kabul eder. Bazı filozoflar ve düşünürler, en çok bu delile itibar ederler Her insanın, kalbinin derinliğinde Allah’ın varlığını hissettiği anlar muhakkak olmuştur. Bu şahsi tecrübeyi yaşamayan insan yoktur.İnsanın bu iz’anında ne taklid, ne kesb, ne de istidlalin dahli yoktur. İnsan, felâaket ve sıkıntı karşısında sıkıştığında Rabbisine sığınır. Zorlanarak değil, içten O’na yönelir Bir şahıs, İmam Ca’fer Sadık’a gelerek kendisine Allah’ı tanıtmasını söyledi. İmam: “Gemiye bindin mi?” diye sordu. Adam da bindiğini ve fırtınaya tutulduğunu, tam o sırada kalbinin, kurtarıcı bir kudret bulunduğuna inanıp O’na yöneldiğini söyledi. Bunun üzerine İmam: “İşte Allah O’dur” dedi.
Kur’an-ı Kerim’in Allahı tanıtma usulü iki ana delalet şekline irca edilebilir:

1-İnayet delili olup, kâinattaki mükemmel nizam, mahluklardaki muhkem san’at, faydaları gözetme, abesiyyetten uzaklık gösterilmek suretiyle bunların tesadüfi olamayacağı, Yaratıcı’nın hik-met ve inayetini ortaya koyduğu anlatılır. Mesela “Rahman’ın yaratmasında hiçbir düzensizlik göremezsin. İstersen gözünü çevir kainata, bak bakalım bir çatlak görebilir misin? Haydi bir daha, bir daha bak dur (çatlak bulamayacaksın ve ) gözün bitkin olarak geri dönecektir” (Kur’an, 67:3-4) âyet-i kerimesi bu delile işaret eden ayetlerdendir.

2-İhtira’ delili olup şu demektir: Mahlûkların her bir nev’ine hatta her bir ferdine, onlara mahsus bir varlık verilmektedir. Cansız bir cisim görüyoruz, sonra onda hayat peyda oluyor. İnsan, maddesi itibariyle cansız iken varlığında hayat, idrak, akıl gibi mucizeler yaratılıyor. Madenler, nebatlar, hayvanlar, gök cisimleri daima değişiyor, fakat bir intizam içinde değişiyor. Bütün bu fiillerin ise fail olmaksızın meydana gelmesi imkansızdır. “Yoksa onlar Yaratıcısız mı yaratıldılar? Yoksa kendilerini yaratanlar kendileri midir?Yoksa gökleri ve yeri kendileri mi yarattılar? Doğrusu onlar inanmaya yanaşmıyorlar” (Kur’an, 52:35-36). Kur’an-ı Kerimin bu etkileyici, cazip ve veciz üslubu, aynı zamanda zımnen şu delili ihtiva etmektedir: Kendi varlıkları ortada. Bunu ya ana, baba veya bir başka varlık yaratmıştır. Onlardan sahip çıkan olmadığına göre ikinci ihtimal, kendi kendilerini yaratmış olmalarıdır. Bunu da iddia edemediklerine göre Yüce Yaratıcıyı kabul etmekten başka çare kalmamaktadır. Göklerin ve yerin yaratılması için de aynı mantık geçerlidir. “Düşünmez misiniz (rahimlere) döktüğünüz meniyi? Onu insan biçiminde siz mi yaratıyorsunuz, yoksa Biz miyiz yaratan?” (Kur’an, 56:58-59) âyeti de aynı mahiyetteki delili ihtiva eder. Bu hususta çok parlak bir delili de, Kur’an, Hz. Musa (a.s.)’ın lisanından nakleder: Onun hakkı tebliğine muhatap olan Firavun: “Sizin beni kabule çağırdığınız Rabbiniz kimdir?” diye sorunca Hz. Musa dedi ki: “Rabbimiz O’dur ki, her şeyi yaratıp sonra da her bir mahluka hayatını sürdürme yolunu gösterendir” (Kur’an, 20:50). Hülasa Kur’an, yaratılış ve icaddan bahseden âyetleriyle zihinleri düzene sokar ve maddi sebeplerin eşyanın yaratılışında gerçek tesir sahibi olmadıklarını gösterir.

Kelâm âlimleri, Allah’ın varlığını ispat için serdettikleri delillerin asıllarını Kur’an’dan almışlardır. Fakat onlar mantıki kıyaslar halinde takrir etmiş olduklarından, tabiilik azaldığı gibi geniş kitlenin anlaması da zorlaştığından tesiri azalmıştır. Kur’an üslubu ise sırf akla hitab etmekle yetinmemiş, akli delili, birbirinden güzel değişik üsluplar, hitap tarzları ile, kalb ve hisse de yönelttiği hitaplar içine yerleştirerek muarızı veya mütereddit muhatabı, her tarafından delillerle kuşatarak ikna etmeye yönelmiştir.

Hülasa: Kur’an-ı Kerim, insanlara Allah’a ibadet etmelerini emrederken bunun gerekçesini de ayrıntılı olarak bildirmiştir.

Ubudiyyet şu üç hususun gerçekleşmesinden sonra olabilir:

1-Allah’ın mevcudiyeti;
2-Ma’bud’un tek olması;
3-Ma’bud’un ibadete hak sahibi olması.

Kur’an yüzlerce âyeti ile bu üç sahaya ait delil yığınağı yapmış, Allah’ın varlığının, birliğinin, hikmetinin, kudret ve iradesinin delillerini hem insanların nefislerinde (subjektif âlemde), hem de kâinatın ufuklarında (objektif âlemde) göstermiştir. İşte bundandır ki, Allah merkezli bir varlık telâkkisi veren Kur’an, Allah inancını, her şeyin etrafında döndüğü yörünge kılmıştır.

 

 

Allah kelimesi, bütün ilahi sıfatları kendisinde toplayan Zat’a delalet eden özel isimdir.Bu kutlu ismin etimolojisi hakkında çeşitli görüşler vardır. En kuvvetli ihtimale göre bu lafzın aslı, “Ma’bud” manasına gelen ilah kelimesinin ma’rife şekli olan El-İlah ‘tır. Buna göre Allah : belirli olan gerçek Tanrı demektir. Tanrının tek olması ve bu lafzın çok kullanılması sebebiyle, artık İlah denilince O hatıra geldiğinden, kısaltılarak Allah denilmiştir.
Yayınlandığı Kaynak :
Yayınlandığı Dergi :
Sanal Dergi :
Makale Linki :
Otel Tekstili antalya escort sakarya escort mersin escort gaziantep escort diyarbakir escort manisa escort bursa escort kayseri escort tekirdağ escort ankara escort adana escort ad?yaman escort afyon escort> ağrı escort ayd?n escort balıkesir escort çanakkale escort çorum escort denizli escort elaz?? escort erzurum escort eskişehir escort hatay escort istanbul escort izmir escort kocaeli escort konya escort kütahya escort malatya escort mardin escort muğla escort ordu escort samsun escort sivas escort tokat escort trabzon escort urfa escort van escort zonguldak escort batman escort şırnak escort osmaniye escort giresun escort ?sparta escort aksaray escort yozgat escort edirne escort düzce escort kastamonu escort uşak escort niğde escort rize escort amasya escort bolu escort alanya escort buca escort bornova escort izmit escort gebze escort fethiye escort bodrum escort manavgat escort alsancak escort kızılay escort eryaman escort sincan escort çorlu escort adana escort