Hit (5389) M-2136

Prof.Dr. Ahmed Akgündüz Hocamızla Söyleşi

Yazar Adı : Ahmet Akgündüz İlim Dalı : Teracim
Konusu : Dili : Türkçe
Özelliği : Makale Türü : Yazar Tanıtım
Ekleyen : Fıkıh Dersleri/2013-12-31 Güncelleyen : /0000-00-00

Prof.Dr. Ahmed Akgündüz Hocamızla Söyleşi

Takdim
Kıymetli ziyaretçilerimiz! Yeni bir mülakatımızı hizmetinize sunuyoruz. Muhterem Hocamız Prof. Dr. Ahmed Akgündüz beyefendi ile Üstad Bediüzzaman ve Nur Külliyatı etrafında yaptığımız bu mülakat, kendilerinin İstanbul’a son teşriflerinde, 04.02. 2011’de Osmanlı Araştırmaları Vakfındagerçekleşti.

Ahmed Hocamız, cevaplar. org’u yakından takip ettiğini ve çizgisini çok beğendiğini ifade ettiler. Sohbetimiz esnasında iltifat ve sevgisinden bir an dûr olmadık. Onun heyecanı bizi de heyecanlandırdı. Çok samimi ve sevecen bir havada gerçekleşen bu söyleşinin inşallah faydalı olacağını ümid ediyor, yoğun programına rağmen sitemize bu imkânı bahşeden hocamıza bir kere daha teşekkürlerimizi sunuyoruz. Saygılarımla. Salih Okur/cevaplar.org

-Muhterem hocam, öncelikle sizi kısaca tanıyabilir miyiz? Özellikle İslami İlimler ve medrese geçmişiniz çok kimselerce bilinmiyor. Bu hususta bir nebze de olsa bir izahınızı dinlemek arzu ederiz.
-Ben biliyorsunuz, 1955 resmi ama 56 gayr-i resmi Diyarbakır’ın Çüngüşkazasının Malkaya köyünde dünyaya geldim. Babam Molla Cuma diye bilinir âlim bir zattı. Kendisi bana üç yaşımdan itibaren Kur’an-ı Kerim öğretti.
Ben beş yaşımdayken çevremdeki insanlara Kur’an okumayı öğretiyordum ve Osmanlıca Mızraklı İlmihal’i de su gibi okuyordum, elhamdülillah.
İlkokulu köyümde tamamladım. Arkasından Gaziantep İmam Hatip ve Gaziantep Fen lisesini bitirdim. Bu arada bence asıl gelişme lise dönemimde oldu. Çünkü ortaokul ikinci sınıftan itibaren babamdan öğrendiğim Emsile-Maksud seviyesindeki Arapça bilgilerimi, Molla Cami’nin Bab-ül Mecrurat’ına kadar, Tillo’lu meşhur Hafız Taha’dan okuyarak geliştirdim.
-Tillo’da mı?
-Tillo’da değil. Kader-i ilahi, sırf bana ders vermesi için, onu 1971 olayları vesilesiyle, Gaziantep’e sürgün etti. Sürgün edildiğinin ilk günü tanıştık. Bu da ayrı bir tevafuktur. O gün ben müftülükteydim. Zira ben İmam Hatip ikinci sınıfından itibaren müftülükçe köylere vaaz etmeye gönderiliyordum.
Müftünün odasındayken, Taha hocam içeri girdi, “Ben Tillo’dan geldim” dedi. Ben de “Ya hocam, sen benim hemşerimsin” dedim. “Nerelisin?” dedi. “Malkaya’lıyım” dedim. Bizim köyün tam karşısında Adıyaman’a bağlı “Tillo” köyü vardı. Taha hocam; “Ben Diyarbakır’ın değil, Siirt’in Tillo’sundanım. Ama seni çok sevdim” dedi. Kaldığı yeri öğrendim.
Akşam merhum Nazım Gökçek ağabeyin dershanesindeki nur sohbetine katıldım. Dersi ben okudum. Baktım Nazım ağabey; “Hafız Taha, aşrı sen oku” dedi. Meğer Hocaefendi de oraya gelmiş. Taha Efendi aşrı okuduktan sonra, yanına gittim. “Hocam yarın sizi ziyaret etmem mümkün mü? Ben sizin kıraatınızı çok beğendim. Sizden biraz kıraat okuyayım” dedim.

Sabah gittim. Vazifeli olduğu camisinin odasında bana bir aşır okuttu. “Akgündüz hoca, senin kıraatın benden iyi. Ben sana Arapça okutayım” dedi. Seviyemi öğrendi. Başladık. Bina’yı bir haftada bitirdik. Maksud on gün kadar sürdü. Daha sonra Sadeddin Teftâzânî'nin Şerhu’l İzzî adlı eserini haşiyesiyle birlikte okuduk. Arkasından kendisinden Katr’un Neda’yı okudum. İbn-i Hişam'ın, konusu Arap dili grameri olan Şuzur'uz-Zeheb’ini okudum.Molla Cami adlı eserin Mecrurat kısmına kadar geldik.
İbn-i Malik’in 1000 beyitle Arapça gramerini ele aldığı meşhur Elfiye’sinin 670 beytini aynen Fatiha derecesinde ezberletti hocam. Yani onu Fatiha okuma kolaylığında okuyabiliyordum.
Alet ilimleri bitince bunu takiben Münazara ilminden bir eser, Mantık’tan iki kitabı; Şemsiyye ile Muğn’it- Tullâb’ı bitirdim.
Ardından Erzurum Yüksek İslami İlimler Fakültesini kazandım. Bir taraftan Celaleyn başta olmak üzere Arapça grameri ve tefsir dersleri veriyordum. Bir taraftan da ilmimi tamamlamak istiyordum; Usul-u Fıkıh, Usul-i Hadis, İlm u Usûli't Tefsir ve Fıkıh ilminin ana meseleleri..
Usul-ü Fıkıh’ta Molla Hüsrev’in ’Mir'at El Usûl fi Şerhi Mirkat el Vüsûl adlı eserini okumak istedim. Mehmed Kırkıncı Hocamı tavsiye ettiler. Kurşunlu medresesinde o zaman o kitaptan ders başlamıştı. Şu an Din İşleri Yüksek Kurul Üyesi olan Zeki Karakaya Hoca, merhum İn’am Hocaefendi, şu an Profesör olan Sadi Çöğenli Hoca, Ali Bayram Hoca gibi zatlar da bu derse devam ediyorlardı.

-Dersi kim veriyordu?
- Dersi Kırkıncı Hocam veriyordu.
-Kırkıncı Hocam’ın bu yönlerini bilmiyoruz..
- Ama işte yanlış biliniyor. Üzülünen taraf bu. Kırkıncı Hocam, Usul-ü Fıkıhta çok zirvede bir insandır. Ben o derse bir gün katıldım, beni tatmin etmedi. Çünkü bir günde ancak yarım sayfa ilerleyebildiler. Benim hiç sistemim değil. Ve onun üzerine ben Mirat’ül Usul’ü Pezdevi’nin Keşf’ul Esrar şerhi ve İzmirli Muhammed İbn Veli Efendi’nin haşiyesi ile birlikte Türkçeye tercüme ettim.Tercüme, ders okumanın bir diğer şeklidir.
Hatta çok tatlı bir hatıram var. Merhum İnam Hocaefendi’den ben Mir’at’in metnini istedim. O da “yırtarsın sen bu kitabı, gençsin, çocuksun” dedi. Kırkıncı Hocam beni tanıdığı için “ ver Ahmet Hoca’ya” dedi. Sonradan Kırkıncı Hocama; “Niye bu kitabımı çocuğa verdin. Yırtacak, getirecek. Metinden ne anlar?” demiş. Kırkıncı Hocam; “Ne anlar değil. O bizim dersten tatmin olmadı. Kendi başına okuyup bitirecek. Biz 10 sayfa okuyana kadar o Mir’at’ı bitirir” demiş. Kırkıncı Hocam tabii büyük bir insan, istikbali gören bir insan. Hakikaten bitirdim.
Ardından Usul-i Hadis’ten Tedrib-ür Ravi’yi tercüme ettim. O da 700 sayfalık bir eser. Tedrib-ür Ravi, İmam Nevevi’nin usul-i hadis ilmine dair Takrib adlı eserine İmam Suyuti’nin yazdığı şerhtir.
Bunları takiben bizim meselede geriye bir tek Usul-id Din ve İlm-i Kelam kaldı. Bu konuda çok hoca aradım. Tabii diyebilirim ki, Kırkıncı hocam Doğuda bu alanda en güçlü insan. Kelam ilminde ve Mantık’ta zirvede bir insan. Kendisine gittim, “Hocam ders okumak istiyorum” dedim. Dedi ki; “Akgündüz hoca, ders okuma kelimesini bırak. Beraber mütalaa edelim.” “Neyi mütalaa edelim?” diye sordum. “Kadı Beydavi’nin Şerh-i Tavâli’ini mütalaa edelim” dedi. Bu, meşhur bir eserdir. Nasirüddin Tusi’nin et Tecrid adlı eserine Kadı Beydavi’nin yazdığı şerhtir. Çok ağır bir metindir. Bu kitabı 11 ay okuyarak bitirdik. On gün kadar İn’am Hocam devam etti. “Kusura bakmayın. Ben ne okuduğunuzu anlayamıyorum, terk ediyorum. Size ayak uydurmam mümkün değil” dedi.
Daha sonra İnam Hocamın da katılımıyla Elmalılı Tefsirini satır satır Kırkıncı Hocamla birlikte okuduk. Yani onun tabiriyle “mütalaa ettik.”
Bu arada-elhamdülillah-İslami İlimlerde çok sayıda talebe okuttuk. Yani elhamdülillah bizim ders halkasından şu anda onbeşin üzerinde Profesör var. Dolayısıyla, ben asıl meslek itibarıyla İslam Hukuk Profesörüyüm ama “Bilinmeyen Osmanlı” ve “Osmanlı Kanunnameleri” sebebiyle Osmanlı Tarihi Profesörü olarak biliniyorum. Ama bu tam doğru değil. Diyeceklerim kısaca bundan ibaret. Allah razı olsun.

-Hocam, izninizle ikinci soruma geçiyorum. Üstadın Derviş Vahdeti ile alakası hakkında ne dersiniz? Mehmed Akif bir yerde bu zattan bahsederken;
“Vahdetî muhlisiniz, elde asâ çıktı herif,
Bir alay zâbiti kestirdi. Sebep: "şer'-i şerîf!"
Diyor. Gerçi, bir başka şiirinde de aynı zattan;
“Ya doğru yazsa asarlar... Ne oldu Volkan'cı,
Unuttunuz mu?” diyor. Kısaca bu konuda görüşlerinizi alabilir miyiz?

- Mevzu açmışken öncelikle şunu belirtmek gerekiyor. Derviş Vahdeti’yi, Mehmed Akif’i ve Bediüzzaman Said Nursi’yi ayrı ayrı değerlendirmek gerekiyor. Bu çok önemli bir nokta.
Bir defa, Batıllıların “İslamlaşmak, Garplılaşmak, Modernleşmek” gibi tasnifleri içerisinde illa bir yere koymak gerekiyorsa, üçü de İslamlaşmak akımı içerisinde yer alıyor. Ama üçünün de farklılıkları var. Biri ifrat, biri vasat, birisi tefrit.
İfrat, Derviş Vahdeti. Ve o ifrat noktalarına Bediüzzaman da karşı. Şimdi ondan bahsedeceğiz. Vasat, Bediüzzaman Hazretleri. İspata hazırım. Saatlerce konuşabilirim. Tefrit de Mehmed Akif. Bunu ehl-i iman çok fazla bilmiyor.

-Evet.
-İfrat, Derviş Vahdeti dedik. Derviş Vahdeti’yi Bediüzzaman’ın iki tespiti ortaya koyuyor; “Şeriat isterüz diyerek, sağını solundan ayıramayanlar her şeyi birbirine kattı. Allah etmesin, bunlardan birisi bin sene yaşasa, o bin senenin içerisinde Hz. Ömer’in de hükümeti bulunsa, onu bile şeriata aykırı diye tenkit ederlerdi” diyor. Derviş Vahdeti budur.
Çünkü -bazı şeriata aykırı hareketleri olsa da- hakikaten şeriata uygun yaşayan, şeriatı muhafaza için çalışan bir Abdülhamid’i ağır hakaretlerle suçlamak, ancak Derviş Vahdeti’ye yakışır.
Nitekim 31 Mart vakıasında Derviş Vahdeti’nin bu ifrat halleri, İslam’a muhalif olanlar tarafından çokça kullanılmıştır. Günümüzden misaller vererek de misallendirirdim, ama işin içerisine girmek istemiyorum.
Bence Bediüzzaman’ın ikinci tespiti şudur; Biliyorsunuz, o sıralar çok ağır bir şekilde İttihad ve Terakki’ye hücum ediyorlar. İttihad ve Terakki’nin hürriyet talebini ise, küfürle vasıflandırıyorlar. Ve ağızlarında
وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
“Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse onlar kâfirlerin ta kendileridir”(Maide, 5: 44) ayet-i kerimesi var. Bediüzzaman hazretleri buna iki cevap veriyor;
1-Biçare bilmezdi ki “ve men lem yehküm” “ve men lem yusaddık” demektir. Yani kim hükmetmezse değil, kim Allah’ın emirlerini tasdik etmezse..İnkar başka, amel başkadır.
Burada Derviş Vahdeti, karıştırıyor.
2-Bediüzzaman Hazretleri o senelerde Ayasofya’da vaaz kürsüsüne çıkınca diyor ki; “Kabr-i kalbden hakaik çıplak çıktı; nâmahrem olan kimseler nazar etmesin.” Muhatap tamamen Derviş Vahdeti’dir.
Ama buna rağmen Bediüzzaman’ı tanımayanlar ve özellikle Kemalist ekip şöyle bir suçlama yapıyor; “Derviş Vahdeti’nin gazetesi Volkan’da yazı yazmış. Niye, çünkü Bediüzzaman da isyanı savunanlardan.”

Şimdi, ben Vakit gazetesinde yazılar kaleme aldım. Yazı yazmam bu gazete ile bütün görüşlerinde birleştiğimi göstermez. Anlatabildim mi? En güzel örnek bence bu. Onlar da bunu biliyor. Ama birleştiğimiz bir nokta var; İslamiyet ve Kur’an. Mesele bundan ibaret.
 İşte bu noktadan Mehmed Akif, Derviş Vahdeti’yi haklı olarak tenkit ediyor. Zaten bu noktada Bediüzzaman’ın da Derviş Vahdeti’yi tenkidi ve onu tadile yönelik hitapları var.

Gelelim tefrite.. Üzülerek ifade edeyim ki, kısmen de olsa Mehmet Akif tam istikameti muhafaza edememiştir. Bediüzzaman’ın “İttihad-ı İslam’da seleflerim Cemaleddin Afgani, Mısır Müftüsü Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin” derken, yani sadece “İttihad-ı İslam”konusunda onları selefleri olarak gösterirken ki Yavuz Sultan Selim de işin içindedir.
Hal böyleyken, maalesef Mehmed Akif kısmen de olsa Abduh’un, Cemaleddin Afgani’nin ve Reşid Rıza’nın etkisi altında kalmıştır. Eğer Mehmed Akif’in Sırat-ı Müstakim’de, Sebilürreşad’da yaptığı tercümelere bakarsanız, mümkün mertebe onların makalelerini tercüme etmiştir.
Bu sebepledir ki Mustafa Sabri Efendi’nin 2000 sayfayı geçen Mevkıf-ül-Akl Vel-İlm vel-Âlem min Rabbil Âlemin adlı eserinde ki bu eser tümüyle Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’ya reddiyelerle doludur. Burada Mehmed Akif’le de alakalı bir satır vardır. Bu çok ince bir sırdır, bunu ben ilk defa söylüyorum. Ama bu değildir ki, Mehmed Akif’in o büyüklüğü bununla değişir. Hayır. Ama biraz o noktada akli gitmiştir. Bugünün biraz Hayreddin Karaman’ı gibi davranmıştır.
Burada Bediüzzaman Hazretleri ifrat ve tefritten kaçınmıştır.

Bir de burada şunu söylemek lazımdır. Bediüzzaman’ın İkinci Abdülhamid Hanı tenkitleri ile, Mehmed Akif’in Abdülhamid’i tenkitlerini aynı kefeye koyarsanız, çok yanlış edersiniz. Bu önemli bir noktadır. ,
-Bediüzzaman tenkidini kişiselleştirmiyor.
-Tabii…tabii.. Tenkidi istibdadadır. Kaldı ki İkinci Abdülhamid dönemine “cüz’i istibdat” diyor. Daha sonra iktidara gelen İttihad ve Terakki’ye “külli istibdat” diyor. Bu çok önemli bir ayırımdır. Herhalde bu kadarı yeterli olur..

Hocam, resmi tarih sanki Bediüzzaman’ın üzerine bir çizgi çekmiş gibi. Ya görmezden geliyor veya inkâr ediyor. Hatta bildiğiniz gibi Kemalistler Hür Adam Filmi vesilesi ile gündeme gelen Bediüzzaman’ın Mustafa Kemal’le görüşmesini de inkâr ettiler. “Bunu sadece Said Nursi naklediyor. Böyle bir şey olmamış” dediler. Sonra Şebinkarahisar mebusu Ali Sürurî Tönük’ün hatıra defterindeki notları yayınlanınca, seslerini kestiler. Bu konuda neler diyeceksiniz?

-Bu konularda söylenecek çok şeyler var. Bunlardan birincisi şudur; devlet seksen senedir Türkiye’de Bediüzzaman’ı tecrid etmekle meşguldür. Hatta benim bildiğim çok şey var, ama şu anda yayınlama hakkım yok.
Osmanlı arşivlerinde, Cumhuriyet arşivlerindeki Bediüzzaman’la ilgili belgelerin tümü ya yok edilmiş yahut ayrı bir dosyada saklanmıştır. Hatta ben bir kısım belgelerin yayınlandığını görüyorum. Belge benim elimde. Ama sonra bakıyorum, ilgili arşivlerde o belge yok. Çünkü hem 12 Eylül döneminde, hem 28 Şubat döneminde, hem de daha önceleri İsmet İnönü ve Mustafa Kemal döneminde tamamen devlet arşivleri Bediüzzaman’la alakalı müspet olan her belgeyi yok etme peşindedir.

İkinci önemli sebep, Bediüzzaman hazretleri Halk Partisini tarif ederken, “Memuriyeti rüşvet vererek” demektedir. Yani bu memuriyeti rüşvet vermek şudur; Bediüzzaman’ın ismini, eserini kaynak gösteren bile artık valilik, kaymakamlık, kırklı yıllarda düz memurluk, ellili yıllarda öğretim elemanlığı-altmışlı yıllarda da bu devam etti-olamıyordu. Bu durum 70’li yıllarda kısmen yıkılmaya başladı. Bunun da yıkımı Erzurum Atatürk Üniversitesinde Kemal Bıyıkoğlu’nun rektörlüğü sırasında başlamıştır. O zamana kadar, bir İbrahim Canan, bir Suat Yıldırım’ın üniversiteye girişinde ne kıyametler kopmuştur. Rahmetli Kemal Bıyıkoğlu onları yardımcı doçent olarak aldığı için ne sıkıntılar çekmiştir. Ki bunlar, Fransa’da doktoralarını yapan, Arapçaları mükemmel olan, ilim dünyasındaki kıymetleri inkâr edilemeyen şahsiyetlerdir.

Daha enteresanını söyleyeyim, ben 1985 senesinde Ankara Üniversitesine asistan olarak girdim. Prof. Dr. Halil Cin bana aracı oldu.  İslam Hukuku tercihimdi. Hüseyin Atay, Abdülkadir Şener hocalarımdı.  Mehmet Hatipoğlu ısrarla beni hadis bölümüne almak istedi. Ama benim isteğim olunca hem Halil Cin, hem Mehmet Hatipoğlu, hocalarla görüştüler.  Onlar da “Akgündüz’ü almak şereftir. Arapçasını, İngilizcesini biliyoruz” dediler.  Ve ben asistanlığa girdim. İngilizceden 9.5 aldım, Arapçadan 10 aldım. Yani yüz üzerinden yüz.. Ama ilimden 100 üzerinden 33 aldım. Çünkü Talat Koçyiğit 100 vermişti.  Ama Mehmet beyle Abdülkadir Bey sıfır vermişti.  Çok enteresan bir olay. Ve bu kavgada Halil Cin gelince kendisine “Efendim bu çok tehlikeli, nurcudur” demişlerdi.
Ben neticeyi ağlayarak öğrenince, Allah selamet versin, Talat Koçyiğit ile İsmail Cerrahoğlu  beni odalarına götürdüler.  “Akgündüz, şükret, seni imtihana kabul ettiler. Bizim dönemimize kadar, Ankara İlahiyat Fakültesinde doçent veya Profesör olmak için, ilim adamı veya eser sahibi olmak değil, birinci soru “acaba Bediüzzaman, Risale-i Nur ve Süleyman Efendi aleyhinde bir makalesi veya bilimsel çalışması var mı?” ona bakarlardı.  Eğer yoksa eğitim görevlisi olunamıyordu. Onun için, eski Profesörlerin Risale-i Nur aleyhindeki yazılarına bakmayın.  Adamlar profesör olmak için yazdılar. Ama ilk defa biz aleyhte yazmadan doçent olan bilim adamlarıyız” dediler.  Şimdi böyle bir halde tarihçiler nasıl tarafsız yazabilirler?

Üçüncü bir sebeb ki, şu anda bu da aşıldı. 12 Eylül, 28 Şubat gibi dönemlerde akademik çalışmalarda Bediüzzaman’ı atıf verme yasağı yaşandı. İlahiyatçılar benden alınmasınlar, çok korkak bir taifedir. Ben de ilahiyatçıyım ve bundan şeref duyuyorum. Ama içlerinde cesur olanlar çok azdır.
-Havf damarı çok işlettirilmiş..
-Aynen öyle. Sırf moda olsun diye Bediüzzaman aleyhinde konuşmayı tercih ederler. Hepsi değil, ben genelleme yapmak istemiyorum. Onlar benim şerefli meslektaşlarım. Ama bunu acı bir gerçek olarak ifade edeyim.
Mesele ben Bediüzzaman’dan mecburen atıf verip de, tenkit etmediği için doktorası kabul edilmeyen 10 kişi sayabilirim.  Ama elhamdülillah artık bu kalkmıştır. Dikkat edin bu sansür, değil sosyoloji, tarih gibi alanlarda, İlahiyatlarda da vardı.
Onu da iftiharla ifade edeyim, ister tarih, ister hukuk bütün alanlarda bu manada ilk akademik referansı verenlerden de birisi olma bahtiyarlığa erenlerdenim. Asistanlığımdan Profesörlüğüme kadar hiç çekinmedim. Ve elhamdülillah zarar da görmedim. Onun için Türk resmi tarihinin Bediüzzaman’ı görmezden gelmesi çok normal.

Gelelim Mustafa Kemal’le görüşmesine..Ben burada o Kemalistlere fazla bir şey söylemeyeceğim. Onları muhatap da almayacağım. Bu vesile ile merhum Sadreddin Yüksel Hoca’nın bir hatırasını anlatacağım.  Sadreddin Yüksel Hoca garip bir adam ve çok allame bir insan. Ama belli noktalarda biraz farklı fikirleri var.  Bizzat yanında olan biri bana anlattı. Bir gün birisi Hocaya telefon ediyor. Diyor ki; “Efendim, elimde Sikke-i Tasdik-i Gaybi var. Orada Bediüzzaman ilm-i cifirden bahsediyor. Acaba bu konuda bana şer’i bir kaynak verebilir misiniz? ” Sadreddin Hoca da telefonda adama bir küfür savurarak, “Ulan alçak! Bediüzzaman’dan daha büyük şer’i kaynak mı olur?”demiş.

Şimdi bu meselede de, Bediüzzaman Hazretleri en az on yerde Mustafa Kemal’le birebir görüştüğünü ve buluştuğunu söylüyor.  Ben en azından iki defa görüştüğünü biliyorum. Kaldı ki, şu anki Millet meclisinde o konuşmasının aslı var. Davetle alakalı meclis zabıtlarında ifadeler var. Meclis zabıtlarının da sansürden geçip geçmediği şüpheli, ona güvenmiyorum. Mesela bir sansür hadisesi biliyorum da anlatırsam bazı kurumlara zarar gelir diye anlatmıyorum.   
Çok acı bir sansür. 28 Şubat sürecinde, asker gelip, “Bediüzzaman’ın lehindeki bu belgeyi imha edeceksiniz” diye baskı yapıyor. Olacak gibi değil. Asker işini gücünü bırakmış, vatanı savunmayı terk etmiş, Bediüzzaman’la, şununla bununla uğraşıyor.
Bugünleri de geçirdik, elhamdülillah. Ben bu devrenin geçtiği kanaatindeyim.

- Üstadın Osmanlının son döneminde Teşkilat-ı Mahsusa’ya girip girmediği tartışılan bir husus. Girdiğini söyleyenler de var. Girmediğini iddia edenler de. Siz bu konuda neler diyeceksiniz?

-Bu da çok önemli bir soru. Bir defa Teşkilat-ı Mahsusa, MİT demek. Bediüzzaman Hazretlerinin Osmanlı Devletinin son zamanında, yıkılma tehlikesi geçirdiği 1918’li yıllarda, Şeyhülislamlık tarafından çağrılarak, doğudaki isyanları bastırmak üzere onun adına 300 tane telgraf gönderildiğini ifadelerinden anlıyoruz. Her devlet gibi, Bediüzzaman gibi bir şahsiyetten Osmanlı Devleti de istifade eder.
Genelkurmay başkanı olan ve sonra da Osmanlı devletinin önemli bir şahsiyeti haline gelen Enver Paşa, ona olan hayranlığından dolayı kendisini bugünün Din İşleri Yüksek Kuruluna Genel Kurmayın adayı olarak teklif ediyor. Bu belgelerle sabit. Arkasından, İşarat’ül İ’caz kitabının bastırılması için kâğıt masrafını kendisi tekeffül ediyor.
Ama şu an bizim elimizde Teşkilat-ı Mahsusa’ya girmiş mi, girmemiş mi diye bir kayıt yok. Tek kayıt üzülerek ifade edeyim ki Cemal Kutay’a ait. Cemal Kutay’a da ne kadar güvenilir, biraz tehlikeli bir nokta bu. Yani ne Abdülkadir Badıllı gibi “kesinlikle böyle bir şey yoktur” diyebiliyorum. Ne de Necmeddin Şahiner veyahut Cemal Kutay gibi hemen kabul ediyorum.
Çünkü Cemal Kutay bazen roman gibi tarih yazıyor.
-Üstad’ı Alman Denizaltıları ile Libya’ya gönderiyor.
-Yani..yani hepsi mümkün. Ama “mümkün” diyorum. Senin de gitmiş olman mümkün. Ama yok, gitmemişsin. Yani belgesi olmadan veya üstad bahsetmeden bu konulara girmek doğru değil. Bu çok önemli. Üstad hiç bahsetmemiş. Üstad böyle bir vazifede olsaydı bahsederdi. Üstad hiç kaçmıyor, gizli hiçbir şeyi yok üstadın.
Mesela diyelim ki “Hutuvat-ı Sitte” ortada. İngiliz işgaline karşı elinden geleni yapmış. Nitekim bunun neticesini de almış. TBMM onu Mustafa Kemal’in de imzası bulunan bir davetiye ile Ankara’ya davet etmiş. Dolayısıyla, ben bu meselede sözün özünü bu şekilde tamamlıyorum.

- Bugün nur talebeleri bir takım insanlar tarafından entelektüel yetiştirmemekle suçlanıyor. Siz bu görüşe katılıyor musunuz? Bu değerlendirme doğruysa bunun sebepleri nelerdir?

-Şimdi Türkçede çok güzel bir laf var. Eğer siz köpekleri serbest bırakıp, taşları bağlarsanız, kusura bakmayın benim gibi biçare ve zayıf insanlar ne yapacağını şaşırır.
Bu sözü söyleyenlerin bu ifadeleri –bağışlayın- o kadar aptalca ki..Yani bir zaman olmuş İlahiyatlara dahi “Risale-i Nur okuyor” diye hiç kimse alınmamış. Bunun istisnaları İbrahim Canan ile Suat Yıldırım olmuş.
Dolayısıyla, bu soruyu soranların bu soruyu sormaya hakları yok. Yani siz nur talebelerine bütün akademik kadroları, entellüektel kapıları tamamen kapatmışsınız.  Bu birinci nokta.
İkinci nokta; bütün bu engellemelere ve tecritlere rağmen sağ kesimde öğretim elemanları itibarıyla-son beş seneyi bir tarafa bırakacak olursanız- en çok sayıya sahip olan nur cemaatidir. Bu rakam hepsini fiilen tekzip ediyor. Bu bir vakıa, bunu kimse inkâr edemez.
Bir diğer nokta; Türkiye’deki entellüektellerden nur cemaatinin tezgâhından geçmeyen çok az insan vardır. Ama sonradan ya darılmıştır, ya yönünü çevirmiştir, ya başka bir yöne doğru akmıştır. Ben isim isim zikrederek bu durumu anlatmak istemiyorum.
Ve son nokta-bu da çok önemli-İlahiyat Profesörleri de dâhil ben nur cemaati kadar İslami ilimler konusunda kültürlü ve tahsilli entellüektel ikinci bir cemaati de göremiyorum. Buyursunlar kader meselesinde normal, bir ilkokul mezunu nur talebesi ile bir İlahiyat yardımcı doçentini konuştursunlar. Hangisi daha vakıfane o meseleyi konuşuyor, mukayese edebilirsiniz.
Ben bu tür iddiaların yıpratma yönlü olduğu kanaatindeyim.

-İdeal bir Risale-i Nur okuması sizce nasıl olmalıdır?
-Bu çok önemli bir konu. Bunu bana çok soruyorlar. Bununla alakalı Vahdet Yılmaz ağabey ile ilgili bir hatıramı anlatmak istiyorum. Ben beş yaşımda Risale-i Nur’u tanımışım. Babam tanıtmıştı. Ama belli bazı yerleri okumuştum.
Daha sonra Gaziantep’e geldim. Allah rahmet eylesin, Nazım ağabeyin bize büyük desteği olmuştur. Ama buna rağmen nur talebesi olmadım. Mesela o zamanlar Tefsir okutuyordum. Hadis okutuyordum. Ama mesela Kaderle veya Allah’a imanla alakalı bir soru geliyor, cevabını veremiyordum. Cevabı veren, Kur’an’ı ancak yüzünden okumasını ancak becerebilen Nazım Gökçek’ti. Bu beni çok hayretten hayrete düşürmüştür.
Sonra Erzurum’a geldim. İslami İlimler Fakültesine girdim. O sırada okuttuğum 20 tane talebem vardı. Yine Hadisi okutan ben, Tefsiri okutan ben, Fıkıh’ı okutan ben, ama cevabı veren Nureddin Yaşar, Himmet Uç, Şener Dilek… Ben yine zayıfım. Çünkü Risale-i Nur okumanın sırrını öğrenememişim.
Ve 1977 yılının Şubatı..Vahdet Yılmaz ağabey, kaldığımız dershaneye geldi. Bana dedi ki; “Hocam, nişanlısın. Antep’e gideceksin. Ama ben bir şey istirham etsem?” Büyüklük budur. “Nedir istirhamınız?” diye sordum. Dedi ki; “Biliyorsunuz, biz İslami ilimleri, Arapçayı bilmiyoruz. Risale-i Nur’da bazı ayetler, hadisler, beyitler geçiyor. Doğru dürüst okuyamıyoruz. Harekeleme hataları da var. Sen bu sene Şubat tatiline gitmesen de, şöyle bir Külliyatı gözden geçirsen, tashih etsen.”
Ama ben maksadını anlıyorum. Bana demek istiyor ki, “Sen Risale-i Nur’u okumamışsın.” Onu anladım. Ve ben 1 Şubattan itibaren her gün 250 sayfa sesli okumak şartıyla, 26 Şubat’ta Külliyatı bitirdim.
O zaman anladım ki Mart’ta, her sorulan soruyu bilemesem de, o cevabın yerini biliyorum. Sırrını anladım.
Onun için benim Risale-i Nur okumada tavsiyem şu; benim şahsi kanaatim, Risale-i Nur’u ilk okuyanlar, mutlaka ve mutlaka gazete okur gibi de olsa Külliyatın tamamını bitirmeliler. Bunsuz Risale-i Nur’dan istifade etmeleri mümkün değil. Yani bunu yapmayıp, Muhakemat’ı ezberlemek faydalı değildir. Bu çok önemli.,


Peki, Hocam ilk defa Risale okumaya başlayan hangisinden başlasın?
Bu soru da çok önemli. Eğer İlahiyatçıysa ben kesin Mektubat’ı tavsiye ederim. Çünkü Mektubat’ta Sosyal, tarihi ve İslami bir kısım problemlere cevaplar var, bunlar dikkat çekici. İman hakikatlerine herkes zekâsını odaklayamıyor. Müftünün birisi; “Hocam ya, ben Müslüman’ım. Birinci Söz’deki, İkinci Söz’deki çiçek misalleriyle benim ne işim olur?” diyecek kadar basitleşebiliyor insanlar.
O Birinci Söz’deki yüksek hakikati anlayamıyor. O zaman sen Sure-i Nahl’deki, İsra’daki Kur’an’ın verdiği o misalleri de basit görmen lazım. Ama ne diyeceksin?
Ben İlahiyat kesimine, İslami İlimlerden nasibi olanlara öncelikle Mektubat’ı tavsiye ediyorum. Ama başka dallarda ise tabiî ki Sözler herkesin tavsiye edeceği birinci kitaptır.

-Risale-i Nur’un derslerde şerh edip edilmemesi meselesinde orta yol sizce ne olmalıdır?
-Şerh ve izaha meselesinde söz söyleyenler benim kanaatimce iki kısımdır. Bunlardan bir kısmı ifrat, bir diğeri de tefrit olarak gruplandırılabilir.
İfrat gurubu Risale-i Nur’un bir tek kelimesinin dahi izah edilmemesi gerektiğini ve Üstadla araya girilmesinin Nurların mahiyetine zıt olacağını savunan guruptur. Ben bu guruptan olanlara misal vermek istemiyorum. Daha ziyade bazı vakıf kardeşler bu guruptadırlar. Gerçekten kendileri de izah yapmazlar. İsim tasrih edip de yanlış bir mana anlaşılsın istemiyorum. Bu ifrat guruba şiddetle taraftar değilim. Sungur ağabey de bu gurubu tenkid ediyor, yani bu guruba karşı çıkıyor.
Bu ifrat gurubun içersinde bir gurup da var ki onlar daha da farklı bir durumdalar. Mesela bir gurup vakıflar bu gurupta yer alıyorlar. Gelirler,Kırkıncı hocamın izahına karşı çıkarlar; ama kendileri bir hatıra anlatayım deyip elli dakikalık dersin kırk dakikasını hatıra anlatıp on dakikasında Risale okurlar. Buna Antepliler “bu ne lahana turşusu, bu ne perhiz” derler. Ben de aynı sözü söylüyorum.

İkinci gurup yani tefrit gurubu ise özellikle Hocamın çevresinde yetişen bir gurup. Sanki izah etmedikleri takdirde Nur talebesi olmadıklarını hissederler. Yani mutlaka her kelimeyi izah etmek isterler. Hâlbuki Hocam gibi İslam âlimi değiller. Risale-i Nur’a da vakıf değillerse, yaptıkları izahat tamamen Risale-i Nur’un dışında oluyor. Ben birinci gurup olan ifrat gurubun izahata karşı çıkmalarının en makul sebebinin bu tefrit gurubun izahatlarından olduğu kanaatindeyim.
Mustafa Sungur ağabey bu meselede termometre olmuştur. Sungur abinin yıllarca yanında ders yaptım; en az bin defa ‘Ahmet kardeşim izah et, tefsir et, açıkla. Üstad şurada bizi dinliyor hissediyorum ve istifade ediyorum’ dediğini kulaklarımla duymuşumdur. Mesela Kırkıncı hocamın bir kısım şerhlerine hayranlıkla ‘Aslan Kırkıncı hocam’ diye haykırdığını da biliyorum.
O zaman ölçü şu: eğer yapılan izahat ve şerhler Risale-i Nurun, batılı tabirle, konteksti içinde eski tabirle siyak ve sibakı içinde, yani Kur’an’ın anlattığı imani ve Kurani hakikatlerin izahına vesile oluyorsa veya Kuranla teyid ediliyorsa, Risale-i Nurun izah ettiği Kuran ve hadis metinlerini izaha vesile ise o zaman izah yapılabilir ve yapılmalıdır.
Ama eğer yapılan izahlar hem Risale-i Nur’un ruhuna aykırı hem de Kuran ve hadisin izahlarına muhalif, tamamen kendi içindeki duygularını tatmin noktasında olmuşsa o zaman izah Nur’a muhaliftir.
Bu noktada iki şey söylemek istiyorum. Bu noktada Sungur abinin yüzüne bakmam benim için kâfidir. Eğer yüzünde bir gülümseme, bir inşirah, bir huzur varsa yapılan izahtan memnundur Sungur abi. Ama yüzü kararıyor yüzündeki nur azalıyor kızgınlık galip geliyorsa o izah Risale-i Nur’un ruhuna aykırı gidiyor demektir.
Defalarca Kırkıncı hocamın yaptığı bazı izahlara bile kendi sessiz haliyle yeter hoca bu kadar dediğini hatırlıyorum. Mesela ben bunu bizzat yaşadım. Bazen haddimi aşarak Risale-i Nur’un hakikatlerini izah etmek yerine eskilerin haşviyat dedikleri tabirlerin içine girdiğim zaman Sungur ağabeyin canı sıkılır, kafasını öne eğer artık o lezzetli ve kafasını yukarıya kaldıran tavrı yoktur. Belli ki dövmek üzeredir sizi, artık bırakın izahatı, yoksa el-fatiha diyecektir.
Dolayısıyla ben bu noktada, yani izah ve şerh noktasında Sungur ağabeyin tamamen Risale-i Nurun termometresi olduğuna inanıyorum. Aynı şey Hocaefendinin çevresindeki bir kısım insanların Risale-i Nurun sadeleştirilmesi meselesinde de geçerlidir.

-Hocam Allah razı olsun. Benim için çok enfes bir sohbet oldu. Çok teşekkür ederim efendim.
-Estağfurullah, ben teşekkür ederim. Allah cümlemizden razı olsun.


 

-Muhterem hocam, öncelikle sizi kısaca tanıyabilir miyiz? Özellikle İslami İlimler ve medrese geçmişiniz çok kimselerce bilinmiyor. Bu hususta bir nebze de olsa bir izahınızı dinlemek arzu ederiz. --------------------- -Hocam, izninizle ikinci soruma geçiyorum. Üstadın Derviş Vahdeti ile alakası hakkında ne dersiniz? Mehmed Akif bir yerde bu zattan bahsederken; Gelelim tefrite.. Üzülerek ifade edeyim ki, kısmen de olsa Mehmet Akif tam istikameti muhafaza edememiştir. Bediüzzaman’ın “İttihad-ı İslam’da seleflerim Cemaleddin Afgani, Mısır Müftüsü Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin” derken, yani sadece “İttihad-ı İslam”konusunda onları selefleri olarak gösterirken ki Yavuz Sultan Selim de işin içindedir. --------------------- Hocam, resmi tarih sanki Bediüzzaman’ın üzerine bir çizgi çekmiş gibi. Ya görmezden geliyor veya inkâr ediyor. Hatta bildiğiniz gibi Kemalistler Hür Adam Filmi vesilesi ile gündeme gelen Bediüzzaman’ın Mustafa Kemal’le görüşmesini de inkâr ettiler. “Bunu sadece Said Nursi naklediyor. Böyle bir şey olmamış” dediler. Sonra Şebinkarahisar mebusu Ali Sürurî Tönük’ün hatıra defterindeki notları yayınlanınca, seslerini kestiler. Bu konuda neler diyeceksiniz? ------------------------------ - Üstadın Osmanlının son döneminde Teşkilat-ı Mahsusa’ya girip girmediği tartışılan bir husus. Girdiğini söyleyenler de var. Girmediğini iddia edenler de. Siz bu konuda neler diyeceksiniz? ---------------- Bugün nur talebeleri bir takım insanlar tarafından entelektüel yetiştirmemekle suçlanıyor. Siz bu görüşe katılıyor musunuz? Bu değerlendirme doğruysa bunun sebepleri nelerdir? --------------------------- -İdeal bir Risale-i Nur okuması sizce nasıl olmalıdır?
Yayınlandığı Kaynak :
Yayınlandığı Dergi : Darülfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası
Sanal Dergi :
Makale Linki :
Otel Tekstili antalya escort sakarya escort mersin escort gaziantep escort diyarbakir escort manisa escort bursa escort kayseri escort tekirdağ escort ankara escort adana escort ad?yaman escort afyon escort> ağrı escort ayd?n escort balıkesir escort çanakkale escort çorum escort denizli escort elaz?? escort erzurum escort eskişehir escort hatay escort istanbul escort izmir escort kocaeli escort konya escort kütahya escort malatya escort mardin escort muğla escort ordu escort samsun escort sivas escort tokat escort trabzon escort urfa escort van escort zonguldak escort batman escort şırnak escort osmaniye escort giresun escort ?sparta escort aksaray escort yozgat escort edirne escort düzce escort kastamonu escort uşak escort niğde escort rize escort amasya escort bolu escort alanya escort buca escort bornova escort izmit escort gebze escort fethiye escort bodrum escort manavgat escort alsancak escort kızılay escort eryaman escort sincan escort çorlu escort adana escort