Hit (3460) M-207

Tasavvuf Yolunun Önderlerinden Necmeddini Kübra

Yazar Adı : İlim Dalı : Biyografi
Konusu : Dili : Türkçe
Özelliği : Makale Türü : Müstakil
Ekleyen : Nurgül Çepni/2009-07-04 Güncelleyen : /0000-00-00

Tasavvuf Yolunun Önderlerinden Necmeddîn-i Kübrâ

Asr-ı Saadet’ten bu tarafa İslâm’a gönül veren, Allah yolunda hizmet etmeyi, O’nun yüce dînini insanlara tebliğ etmeyi hayatının gayesi hâline getiren ve bu uğurda nice fedakârlıklara katlanarak hayatını ortaya koyan pek çok şahsiyet gelip geçmiştir. İslâm’ın insanlara tebliğ edilmesi, benimsetilip gönüllerde yer etmesinin sağlanması konusunda, özellikle Tasavvuf yolunu benimsemiş olan ilim, irfan ve maneviyat erlerinin müstesna bir yeri olduğu bilinen bir husustur. Tarihe mâl olmuş Tasavvuf büyüklerinin hayatları incelendiğinde, o insanların, İslâm’ın insanlara benimsetilip sevdirilmesi, İslâm ahlâkının, sevgi, kardeşlik ve dayanışma anlayışının toplumda hâkim kılınması davasına âdeta hayatlarını vakfettikleri görülecektir.

Necmeddîn-i Kübrâ Kimdir

İşte bunlardan birisi de, XII. ve XIII. asırlarda yaşamış bir tasavvuf büyüğü ve gönül mimarı olan Necmeddîn-i Kübrâ (k.s.)’dır. Bu zat, İslâm dünyasında ortaya çıkan ve insanların irşadına yönelik önemli hizmetler ifa eden meşhur tarîkatlardan biri olan Kübreviyye’nin pîri, yani kurucusudur. Onun yaşadığı dönem, gerek Tasavvuf tarihi gerekse daha genel anlamda İslâm kültür ve medeniyet tarihi açısından, son derece önemli bir zaman dilimidir. Çünkü, İslâm ilim, kültür ve düşünce tarihinin bugün bile zirve kabul edilen pek çok şahsiyeti XI-XIII. asırlarda yetişmiştir. Tasavvuf tarihi açısından bakıldığında, bu asırlar tasavvufî düşüncenin adeta zirveye ulaşıp kemale erdiği, İmâm-ı Gazzâlî, Muhyiddîn İbn Arabî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddîn-i Konevî, Ferîdüddîn-i Attâr vb. tasavvuf büyükleri ile Abdülkâdir-i Geylânî, Seyyid Ahmed-i Rifâî, Hoca Ahmed-i Yesevî, Ebu’l-Hasan-ı Şâzilî, Ebu’n-Necîb-i Sühreverdî (kaddesellâhu esrârahüm) gibi tarîkat pîrlerinin yetiştiği dönemdir. Bu dönemin bir başka hususiyeti de, asırlarca Müslüman toplumlara hizmet eden ve zaman içerisinde yüzlerce şubeye ayrılarak, İslâm dünyasını bir ağ gibi saran sûfî tarîkatların ilk kurulduğu dönemi temsil etmesidir. Sosyal ve siyasi tarih uzmanları, Tasavvuf hareketinin düşünce alanında kaydettiği aşamanın ardından, tarîkatlaşma yoluyla topluma açılmasını ve onu âdeta manevî otoriteler etrafında teşkilâtlayıp kontrol altına almasını, o dönemde, doğuda Moğolların, batıda da Haçlıların İslâm dünyasını ciddi anlamda tehdit etmeye başlamasıyla izah etmektedirler. Nitekim, Müslümanlar arasında tesis edilmiş olan iman kuvveti, kardeşlik, dayanışma ve cihad ruhu sayesinde, söz konusu tehlikelere karşı gerekli direnç gösterilmiş ve o badirelerden bir şekilde çıkılabilmiştir.

İşte Necmeddîn-i Kübrâ (k.s.), bu dönemde yaşamış önemli bir Tasavvuf büyüğüdür. Muhtemelen 5401145 yılında, Hârizm’in Hîve şehrinde dünyaya gelmiş, 6181221’de dâr-ı bekâya irtihâl etmiştir. Asıl adı, Ebu’l-Cennâb Ahmed b. Ömer’dir. Necmeddîn ismiyle beraber Kübrâ lâkabı ona gençliğinde, üstün zekâsı ve giriştiği ilmî münakaşalarda hep galip gelmesi sebebiyle hocası tarafından verilmiştir. Altmış kadar mürîdini velayet mertebesine ulaştırdığı için kolayca velilerin kusurlarını yontup onları yetiştiren manasına “şeyh-i velî-tırâş” unvanıyla da tanınmıştır. Ticaretle meşgul olan ve dinî eğitime önem veren bir aileye mensup olan Kübrâ, gençlik yıllarını memleketi Hârizm’de geçirdikten sonra, ilim tahsili için memleketinden ayrılarak dönemin önemli ilim merkezlerine seyahatler yapar. Tasavvufî hayata sülûk etmeden önce gerçekleştirdiği bu ilmî seyahatler esnasında özellikle Hadîs ilmiyle meşgul olur. Nîşâbur, Hemedân, Isfahân, Mekke ve İskenderiye’de dönemin meşhur üstadlarından hadis okuyarak icazet alan Kübrâ, İskenderiye’de iken rüyasında Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisine “Ebu’l-Cennâb” (dünyanın cazibedar güzelliklerinden ve ahirette rüsva olmaktan kaçınan) künyesini vermiş, hadis ilmiyle meşgul olduğu için kendisine iltifat etmiş ve gecelerini Kur’ân okumaya ayırmasını tavsiye etmiştir.

Otuz beş yaşına kadar, ömrünün en bereketli yıllarını hadis ve dinî ilimleri tahsille geçiren Necmeddîn-i Kübrâ’nın, daha sonra tasavvufî hayata yöneldiğini görmekteyiz. Zahirî ilimlerde (Şer’î ilimler) yeteri kadar kendini yetiştirdikten sonra, manevî alandaki eksikliklerini giderebilmek gayesiyle, intisab edebileceği bir mürşid-i kâmil arayışına girer. Bu sıralarda Dizfûl şehrinde iken hastalanır ve şehrin tanınmış şeyhlerinden İsmail-i Kasrî’nin dergâhında misafir edilir. Şeyh Efendi gece yanına gelerek onu semâ ayinine iştirak ettirir ve o gece iyileştiğini hisseder. Ertesi gün de Şeyh Efendi’ye intisab eder. Zahirî ilimlerdeki müktesebatının kendisini kibre sevk edebileceğini düşünen İsmail-i Kasrî, onu terbiye ve irşad için Ebu’n-Necîb-i Sühreverdî’nin halifesi Ammâr-ı Yâsir el-Bitlisî’ye gönderir. Bitlisî’nin yanında da sükûnetini muhafaza edemeyip bazı coşkun ve taşkın davranışlarda bulunması sebebiyle, Bitlisî onu Kahire’de bulunan Kâzerûn’lu Rûzbihân el-Vezzân el-Mısrî’nin yanına gönderir. Menkıbeye göre, Necmeddîn-i Kübrâ, Şeyh Rûzbihân’ı dergâhında çok az miktarda bir su ile abdest alırken bulur ve o esnada şeyhin onun üzerine serptiği birkaç damla suyu, kulağında şiddetli bir yumruk darbesi olarak hisseder ve kendinden geçer. Böylece içinde barındırdığı benlik duygusu önemli bir manevî darbe yemiş olur ki, buraya gönderilmesindeki asıl amaç gerçekleşmiş olur. Burada bir süre Şeyh’in terbiyesinden geçtikten ve onun kızıyla da evlendikten sonra, tekrar Şeyh Ammâr-ı Yâsir’in yanına dönerek manevî terbiyesine devam eder. Mısır’dan dönerken, Şeyhi Rûzbihân, Şeyh Ammâr-ı Yâsir’e vermesi için eline tutuşturduğu küçük bir notta şöyle diyordu “Sende ne kadar bakır varsa, gönder, hepsini saf altın yapıp tekrar sana iade edeyim.” Bunu söylerken, Necmeddîn’i “bakır iken altına dönüştürmüş” olduğunu ifade etmek istiyordu. Şeyh Ammâr-ı Yâsir’in yanında birçok kez erbaîn çıkararak manevî terbiyesini ikmâl eden Kübrâ, şeyhi tarafından icazet verilerek irşâd vazifesiyle memleketine gönderilir. Rivayetlere göre, Necmeddîn-i Kübrâ’nın kendisinden etkilendiği ve tasavvufî hayata sülûk etmesinde rolü olan bir başka zat da, Tebrîz’de ilim tahsil ederken karşılaştığı cezbesiyle bi inen bir derviş olan Baba Ferec-i Tebrîzî’dir. Bu zat, kendisini zahiri ilimleri tahsilden vazgeçirerek eski bir derviş hırkası giydirmiş ve manevî hayatında gelişme kaydetmesine vesile olmuştur.

Dört yıl kadar süren bu tasavvufî terbiye süreci, kendi ifadesiyle, onda bulunan “hamlık”ları izale etmiş ve nefsanî badireleri aşmasını sağlamıştır. Bu sürecin akabinde, memleketi Hârizm’e dönen Necmeddîn-i Kübrâ (k.s.), bundan sonraki hayatını tasavvufî terbiyeye göre mürîdlerini irşâd etmeye vakfeder. O artık bir “mürşid-i kâmil” konumundadır. Vefatına kadar sürecek olan otuz sekiz yıllık zaman zarfında pek çok kimse onun irşâd halkasına katılarak terbiye görmüş ve feyzinden istifade etmiştir. Bu zatlar arasında, daha sonra eserleri ve faaliyetleriyle meşhur olmuş birçok kimse vardır. Mecdüddîn-i Bağdâdî (v. 1210), Radıyyüddîn Ali Lala (v. 1244), Sadeddîn-i Hammûye (Hamevî) (v. 1252), Seyfüddîn-i Bâherzî (v. 1259), Baba Kemâl-i Cendî, Cemâleddîn-i Cîlî ve Necmeddîn-i Dâye (v. 1256) bunlardan bazılarıdır. Molla Câmî’nin ifadesine göre, Mevlânâ’nın babası Bahâeddîn Veled de onun mürîdlerindendir. Yine meşhur sûfî Ferîdüddîn-i Attâr’ın da onun mürîdleri arasında yer aldığı söylenmektedir. Gerek kendi düşünceleri ve eserleri, gerekse yetiştirdiği şahsiyetler vasıtasıyla, Horasan bölgesi başta olmak üzere Orta Asya, Orta Doğu, Hint alt kıtası ve Anadolu’da tasavvuf kültürünün yayılmasına önemli katkılar sağlamış bir tasavvuf büyüğü ve gönül mimarıdır. Onun etrafında halkalanan insanlardan oluşan Kübreviyye tarîkatı Anadolu’da pek yaygınlık kazanmamakla beraber, özellikle Hz. Mevlânâ ve Necmeddîn-i Dâye vasıtasıyla Anadolu tasavvuf düşüncesi ve kültüründe, dolaylı da olsa belli bir etkisinin olduğu söylenebilir. XV. asırda Bursa’da yaşayan ve Yıldırım Bâyezîd’in damadı olacak kadar etkin bir şahsiyet olan Emîr Şemseddîn-i Buhârî’nin (Emir Sultan) de bir Kübrevî dervîşi olduğunu hatırlatmamızda fayda vardır.

Mücadelesi

Necmeddîn-i Kübrâ Hârizm’de irşâd faaliyetlerini sürdürürken, Moğollar Hârizm’i istila eder ve katliamlara girişir. Bunun üzerine Kübrâ, altı yüz kadar mürîdini toplar, ölüm tehlikesinden dolayı şehri terk edip, kendi ülkelerine giderek Allah yolunda hizmete devam etmelerini emreder. Kendisi ise, ilerlemiş yaşına rağmen ülkesini savunmak üzere düşmanla savaşmaya karar verir. Hârizm’in merkezi olan Gürgenç (Köhne Ürgenç)’in istilası sırasında, orada kalan bir grup mürîdiyle birlikte düşmana karşı savaşırken şehit düşer. Böylece, nefis ve şeytana karşı ömrü boyunca gerçekleştirdiği “manevî cihâd”ın yanında, “sûrî cihâd” denilen, dış düşmana karşı vatan savunmasını da bilfiil icra ederek, şehitlik payesiyle Rabbi’nin huzuruna çıkma bahtiyarlığına ulaşır. Menkıbeye göre, şehit olacağı esnada bir kâfirin perçemini sıkıca tutmuş ve o hâlde şehit düşmüş; ancak öldükten sonra da asla bırakmamış, ayırmak için perçemi kesmek zorunda kalmışlar. Hz. Mevlânâ da şu beytiyle bu olaya telmihte bulunmuştur

Bir elden nûş edip îmân şarâbın,

Bir elde perçem-i kâfir tutarlar.

Kübrâ’nın Köhne Ürgenç yakınındaki türbesi, o zamandan beri önemli bir ziyaret yeri olup bugün de ziyaret edilmektedir.

Eserleri:

Zamanının çoğunu mürîd yetiştirmeye adayan Necmeddîn-i Kübrâ (k.s.), eser telif etmekten de geri durmamıştır. Varlığı bilinen ve nüshaları günümüze kadar ulaşan başlıca eserleri şunlardır

1. el-Usûlü’l-Aşere  

Hacmi küçük olmasına rağmen, en meşhur ve etki alanı en çok olan bu eseri, Akrebü’t-Turuk adıyla ve daha başka adlarla da bilinmektedir. Kübrâ bu eserinde, Allah’a ulaşmanın üç farklı yolu (tarîk) olan “ibadet ve muamelât” (tarîk-ı ahyâr), “riyâzet ve mücâhede” (tarîk-ı ebrâr) ve “aşk ve muhabbetle manen Allah’a doğru seyir” (tarîk-ı şuttâr) yollarından bahsettikten sonra, daha ziyade, Tasavvuf yolunun on temel esasını (usûl-i aşere) ele alıp izah eder ki, bu esaslar da şunlardır Tevbe, zühd, tevekkül, kanaat, uzlet, devamlı zikir, Allah’a teveccüh, sabır, murâkabe, rızâ. Bu eser, XVII. asırda İsmail Hakkı Bursevî tarafından tercüme ve şerh edilmiş, böylece Osmanlı sınırları içinde şöhreti daha da artmıştır.

2. Risâle ile’l-Hâimi’l-Hâifi min Levmeti’l-Lâim

Bu eserin baş tarafında zâhir ve bâtın temizliği yapılmadan Rabbânî huzura çıkılamayacağını anlattıktan sonra, bu temizliğin gerçekleşmesini sağlayacak olan şu on husus üzerinde durur Beden temizliği (tahâret), halvet, devamlı susma, devamlı oruç, devamlı zikir, teslimiyet, hatıra bir şey getirmeme (masivayı düşünmeme), kalbi şeyhe rabtetme, mecbur kalınca uyuma, yeme-içmede orta yolu izleme. Bu eserde tarîkat mensubu mürîdlerin riayet etmeleri gereken prensipler ve onların önemi üzerinde durulmuştur.

3. Fevâihu’l-Cemâl ve Fevâtihu’l-Celâl Kübrâ

bu mühim eserinde, manevî hayatında yaşadığı şahsî tecrübeler ve derunî müşahedeler üzerinde durmuş ve bu çerçevede tasavvufî düşüncelerini aktarmıştır. Bu özelliğiyle eser, oldukça orijinal bir “tasavvuf psikolojisi” hüviyeti taşır. Bundan dolayı olacak ki, Batı dünyasında en çok tanınan tasavvufî eserler arasında yer almaktadır.

Kübrâ’nın bu üç eserinin, -el-Usûlü’l-Aşere’nin Bursevî şerhiyle beraber- Türkçe tercümesi, Mustafa Kara tarafından Tasavvufî Hayat adıyla neşredilmiştir (İstanbul, 1980).

Hadîs ilminin yanı sıra Tefsîr ilmiyle de meşgul olan Necmeddîn-i Kübrâ’nın bir de tefsîr yazdığından bahsedilmekle beraber, bu eser günümüze ulaşmadığından bu hususta kesin bir şey söylemek doğru değildir. Onun mürîdlerinden olan Necmeddîn-i Dâye’nin Bahrü’l-Hakâyık adlı tefsîri, isim benzerliği sebebiyle bazı kimseler tarafından Kübrâ’ya izafe edilmiştir.

Bunların dışında, onun Âdâbu’s-Sûfiyye,

Risâle-i Necmüddîn,

Sekînetü’s-Sâlihîn ve

Risâle-i Sefîne adlı eserlerinin de varlığı bilinmektedir.

Tasavvuf tarihinde ve Türk Tasavvuf düşüncesinde derin izler bırakmış olan Necmeddîn-i Kübrâ (k.s.), sahip olduğu engin manevî tecrübelerinin yanında, Ehl-i Sünnet itikadına ve şer’î kurallara sıkı sıkıya bağlı, zâhir-bâtın bütünlüğü ve dengesini esas alan ve mürîdlerini de bu istikamette yetiştiren bir tasavvuf büyüğüdür.

O, Allah’a ulaşma konusunda, insanları belli kalıplar içine sıkıştırmadan, her insanın kendi meşrebine uygun olan bir yolu benimsemesi gerektiği anlayışındadır.

Nitekim, el-Usûlü’l-‘Aşere’nin daha başında, “Allah’a ulaştıran yolların, mahlûkâtın nefesleri sayısınca olduğunu” ifade etmekle, bu hususa dikkat çekmektedir. Bununla beraber, tasavvufî anlamda manevî terbiye konusunda insanların benimsemek durumunda olduklarını ifade edip izah ettiği ve “tarîk-ı ahyâr”, “tarîk-ı ebrâr” ve “tarîk-ı şuttâr” diye adlandırdığı üç farklı seyr u sülûk metodu, kendisinden sonraki tasavvuf erbabı ve meşâyih-ı kirâm tarafından da genel bir kabul görmüştür.

O, kendisinden önceki sûfîler gibi, insanı velayet mertebesine ulaştıran manevî yolculuğun temelde üç aşamadan ibaret olduğunu kabul etmiştir. Bu aşamaları, “şerîat-tarîkat-hakîkat”, “ilim-hâl-fenâ”, “tecrîd-tefrîd-tevhîd”, “telvîn-temkîn-tekvîn”, “ibadet-ubûdiyet-ubûdet”, “muhâdara-mükâşefe-müşâhede” gibi farklı kavramlarla ifade ve izah eder.

Ona göre, bir kimse bu farklı kavramların ifade ettiği anlamları bir bütünlük içinde kendine mal ettiği takdirde kemâle ulaşır ve Allah’ın velî kulu olur. Meselâ o, şerîat-tarîkat-hakîkat ilişkisini şöyle izah eder

“Şerîat gemi gibidir, tarîkat deniz gibidir, hakîkat da inci gibidir. Kim inciyi elde etmek isterse, gemiye biner, denize açılır ve onu elde eder. Bu sıralamaya uymayan inciye ulaşamaz.

Mürîd için gerekli olan ilk şey şerîattır. Şerîattan maksat, Allah’ın ve Rasûlullâh’ın emrettikleridir. Abdest, namaz, oruç, zekât, hac, haramları terk gibi emir ve yasaklardır.

 Tarîkat, bütün dünyevî menzil ve makamlardan uzak kalarak, kişiyi Mevlâ’ya yaklaştıracak olan takvâya yapışmaktır. Hakîkat ise, gayeye ulaşmak, tecellî nurunu müşahede etmek demektir…

Şöyle de denmiştir O’na ibadet etmek şerîat, O’nun huzuruna varmak tarîkat, O’nu müşahede etmek ise hakîkattir… Şerîatın temizliği su ile tarîkatın temizliği kalbi hevâ ve hevesten arındırmakla, hakîkatin temizliği ise Allah’tan başka her şeyden (masivâ) ayrı kalmakla olur.”

Necmeddîn-i Kübrâ (k.s.), mürîdlerine, yeme-içmeyi tedrîcen azaltarak az yemeyi prensip edinmelerini, mürşid-i kâmile tam bir muhabbetle emir ve tavsiyelerine riayet etmelerini, devamlı abdestli bulunmalarını, sürekli oruç tutmalarını, çok konuşmaktan kaçınmalarını, devamlı “halvet” hâlinde olmalarını, zikr-i dâimîye riayet etmelerini, kalblerini şeyhlerine rabtetmelerini, kalbe gelen nefsanî ve şeytanî duyguları defetmelerini ve şeyhine itirazı terk etmelerini tavsiye etmiştir ki, bu prensipler bütün meşâyih-i kirâm tarafından da benimsenmiş ve mürîdlere tavsiye edilmiştir.

Necmeddîn-i Kübrâ (k.s.) hazretlerini bu vesileyle rahmetle yâd ederken sözlerimize onun el-Usûlü’l-Aşere’sini şerh eden İsmail Hakkı Bursevî’nin, mezkûr şerhte yer alan güzel ve hikmetli bir manzûmesiyle son verelim.

Gel beri gel, mâsivâdan uzlet et.

Ba‘dehû Mevlâ ile var sohbet et.

Basmak istersen bisât-ı kurbete,

Nefsine bas, işbu yolda gayret et.

Sırr-ı Hakk’a mess ise âhir murâd,

Bâtını tathîre evvel himmet et.

Ger “yedu’llâh” sırrına vâkıf isen,

Mürşid-i kâmil elin tut bey‘at et.

Âb-ı feyz-ı Hak ile pâk olmağa,

Pâklarla gece gündüz ülfet et.

Mâsivâ efkârını dilden gider,

Hakkıyâ Hak ile üns et, râhat et!

Kaynaklar:

Necmeddin Kübrâ, Tasavvufî Hayat (Usûlü Aşere, Risâle İle’l-Hâim, Fevâihu’l-Cemâl), Hazırlayan Mustafa Kara, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1980.

Hâmid Algar, “Necmeddîn-i Kübrâ”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), c. 32, s. 498-506, İstanbul, 2006

E. Berthels, “Necmed-Dîn Kübrâ”, İslâm Ansiklopedisi, MEB Yay., c. 9, s. 163-165

Abdurrahmân-ı Câmî, Nefehâtü’l-Üns Min Hadarâti’l-Kuds, Tercüme ve Şerh Lâmiî Çelebî, Marifet Yayınları, s. 475-480, İstanbul, 1980.


 

Necmeddîn-i Kübrâ (k.s.), bu dönemde yaşamış önemli bir Tasavvuf büyüğüdür. Muhtemelen 5401145 yılında, Hârizm’in Hîve şehrinde dünyaya gelmiş, 6181221’de dâr-ı bekâya irtihâl etmiştir. Asıl adı, Ebu’l-Cennâb Ahmed b. Ömer’dir. Necmeddîn ismiyle beraber Kübrâ lâkabı ona gençliğinde, üstün zekâsı ve giriştiği ilmî münakaşalarda hep galip gelmesi sebebiyle hocası tarafından verilmiştir. Altmış kadar mürîdini velayet mertebesine ulaştırdığı için kolayca velilerin kusurlarını yontup onları yetiştiren manasına “şeyh-i velî-tırâş” unvanıyla da tanınmıştır.
Yayınlandığı Kaynak :
Yayınlandığı Dergi :
Sanal Dergi :
Makale Linki :
Otel Tekstili antalya escort sakarya escort mersin escort gaziantep escort diyarbakir escort manisa escort bursa escort kayseri escort tekirdağ escort ankara escort adana escort ad?yaman escort afyon escort> ağrı escort ayd?n escort balıkesir escort çanakkale escort çorum escort denizli escort elaz?? escort erzurum escort eskişehir escort hatay escort istanbul escort izmir escort kocaeli escort konya escort kütahya escort malatya escort mardin escort muğla escort ordu escort samsun escort sivas escort tokat escort trabzon escort urfa escort van escort zonguldak escort batman escort şırnak escort osmaniye escort giresun escort ?sparta escort aksaray escort yozgat escort edirne escort düzce escort kastamonu escort uşak escort niğde escort rize escort amasya escort bolu escort alanya escort buca escort bornova escort izmit escort gebze escort fethiye escort bodrum escort manavgat escort alsancak escort kızılay escort eryaman escort sincan escort çorlu escort adana escort