Hit (3808) M-1964

Taklidi İmandan Tahkiki İmana Geçişin Dramı

Yazar Adı : İlim Dalı : Akaid
Konusu : Dili : Türkçe
Özelliği : Makale Türü :
Ekleyen : Nurgül Çepni/2010-03-02 Güncelleyen : /0000-00-00

Taklîdî Îmândan Tahkîkî Îmâna Geçişin Dramı

6-12 yaşları arasındaki îmânımın rahatlığını hasretle arıyorum. Nasıl bir îmândı ki size anlatılanlara, onları sorgulamadan, şevkle inanmaktaydınız. Arapça hatim indirmiş ama henüz daha Kur'ân'ı Türkçe meâlinden okumamıştınız. Kur'ân'ın size:

Aklınızı kullanmak, hem de dirâyetle ve isâbetle kullanmak sorumluluğunu, farzını (Yûnus/100),

Etrâfınızda olup bitenleri gözlemlemek ve bunlardan sonuçlar çıkarmak sorumluluğunu, farzını (Tâ Hâ/128),

Gözlemlerinden ibret almak sorumluluğunu, farzını (Tâ Hâ/53),

Düşünmek, fikir yürütmek, akletmek sorumluluğunu, farzını (Bakara/219, Bakara/44),

Bilmediğinizi sorarak öğrenmek sorumluluğunu, farzını (Nahl/43, Enbiyâ/7)

Bilgi sâhibi olmadığınız konularda tartışmamak, ahkâm kesmemek sorumluluğunu, farzını (Âl-i İmrân/66, Hac/8, Lokmân/6)

Zandan çokça sakınmak sorumluluğunu, farzını (Hucurât/12)

Adâletle hükmetmek sorumluğunu, farzını (Nisâ/58, A'râf 29)

yüklemiş olduğundan daha henüz haberiniz yoktu.

Bu sorumlulukların idrâki sizde oluşup da iş düpedüz îmân safhasından (yukarıdaki Kur'ân ayetleri doğrultusunda) sorgulayarak tahkîk safhasına geçmeye başladığında ortaya çıkan kuşkuları bir bir aşmanın ne kadar zor bir süreç olduğunu ancak bunu bütün trajik sonuçlarıyla nefsinizde yaşamışsanız anlayabilirsiniz. Bu süreci sizden daha önce yaşamış ve artık olgunluğa erişmiş bir rehber olmadan aşmaya kalkışmanızın sizi pek çok tuzakla karşı karşıya bıraktığını da çok kısa bir zamanda anlarsınız.

Bu, huzur bahşeden ve sizi sorgulamaktan alıkoyan avâma-ait-îmân safhasını aşıp da Kur'ân âyetleri doğrultusunda meselelerin kökünü, özünü araştırmak isteyen, yâni taklidî îmândan tahkîkî îmana geçmek isteyen her aydının trajik bir biçimde yaşadığı ve çoğu kez de ayağının kaydığı bir dramdır. Bu dramı kendi iç âlemlerinde yaşamakta olanlar, doğal olarak dayanacak bir mesned aramakta ve: 1) Kur'ân'ı, 2) hadîs rivâyetlerini ve 3) doğru ve isâbetli bilgi içerdiklerini sandıkları kitapların ya da kimselerin beyânlarını kendilerine rehber olarak seçmekte yâni bir otorite zannettikleri bir şeye rücû' etmektedirler. Oysa bunlardan "şeksiz-şüphesiz otorite" olanı, yalnızca ve yalnızca, ilâhî menşe'li olan Kur'ân'dır.

Rivâyetler de, kitaplar da şahıslar da "Kur'ân gibi şeksiz-şüphesiz" olamazlar. Bu kabil bir otoriteye rücû'un epistemik değeri, hiç, "lâ rayba fih" olan Kur'ân'a rücû'unki gibi olabilir mi? Gnozeoloji'nin (Bilgi Teorisi'nin) yâni bilginin nasıl oluştuğunu açıklayan bilim dalının ve Epistemoloji'nin yâni, hedefi elde edilen bilginin değerinin ve sınırlarının ne olduğunu tartışıp ortaya koymak olan bilim kolunun kemâliyle oluşmadığı Ortaçağ'da İslâm ve Hıristiyan âlemlerinde, bir "önerme"yi objektif bilimsel metotlar aracılığıyla değil de ilâhî menşe'li olmayan kitaplara ve şahıslara rücû' ederek meşrûlaştırmaya çalışmayı hedef alan otorite'ye rücû'un, günümüze kadar sarkmış olan yaygın bir sözde-ispat tarzı olduğu unutulmamalıdır.

Ancak söz konusu kaynakların her üçü de kendilerine has, aydınlatılması gerekli bir takım meseleleri de beraberlerinde getirmektedirler. Fakat her şeyden önce bilinmeli ve îmân edilmelidir ki:

Vahye dayanan Kur'ân'da şüpheye yer yoktur. Kur'ân ittikā sâhiplerini doğru yola sevk eden bir kitaptır (Bakara/2).

Kur'ân'ın koruyucusu Allāh'dır (Hicr/9). Dolayısıyla, Kur'ân'ın eksik1 ya da fazla2 olduğu; inmiş olan bazı âyetlerin O'na dâhil edilmemiş ya da fazladan3 âyetler ihtivâ etmekte olduğu hakkındaki bütün iddialar muhâldir.

Kur'ân'ın getirmiş olduğu İslâm dini kemâl üzeredir, yâni eksiği yoktur (Mâide/3). Buna göre ne bir yeni âyet, ne bir yeni îmân umdesi teklif edilebilir ya da ileri sürülebilir.

Allāh akıllarını kullanmayanları pislik içinde bırakır (Yûnus/100).

Pekiyi ama akıl nasıl kullanılır? Aklı kullanmanın sınırı var mıdır? Hiç kuşkusuz aklı kullanmanın bir sınırı vardır. Akıl kendi başına bırakıldığında:

İsâbetli-isâbetsiz, her şeyi sorgulamaya cür'et eder,

Temyîz ve temkin ile tahkîm edilmediği zaman gerçeğe uymayan öncüllerden hareketle aklî (rasyonel) görünümlü pekçok zırvanın istidlâl edilmesine destek olur,

Vehimleri, aklî (rasyonel) ya da akla-yatkın bir kılıfa sokarak, sanki ilmî olgularmış gibi de takdîm edebilir.

Bu safhada, akla konulabilecek asgarî sınır: 1) aklın işleyişinin ve 2) akıl yürütmenin eriştiği sonuçların Kur'ân ile çelişik olmamasıdır. Burada karşımıza Vahiy-Akıl ikileminin ortaya koyduğu önemli bir mesele çıkmaktadır.

Kur'ân Açısından Vahiy

Akl'ın ve Vahy'in mâhiyetleri hakkında kesin (yakîn) ve objektif bir bilgi edinmeye yönelik bir gayretin herkesi tatmin edebilecek sonuçlar vermesi mümkün değildir. Buna karşılık, bunların ortaya koydukları sonuçlar hakkında tefekkür etmek daha temkinli ve daha isâbetli bir tutum olarak ortaya çıkmaktadır. Önce yalnızca Kur'ân çerçevesi içinde kalarak Vahyin epistemik değerini4 anlamağa çalışalım.

Vahiy, Cenâb-ı Rabbü'l-Âlemiyn'in emir ve haberlerini (Âl-i İmrân/44) mahlûkāta iletme tarzıdır. Vahy'in sonucu Rabb'den iletilen bir bilgidir. Bu bilgi diskürsif yâni akla dayanan bir bilgi değil fakat zaman zaman "aklın isâbetle ve dirâyetle kullanılmasını" da tavsiye eden bir bilgidir. Vahiy bir bilgi iletme tarzı olduğundan iletilen bilginin kaynağı değil yalnızca aracısıdır. Bu bilginin kaynağı bizzât, Aliym ismini zâtına lâyık görmüş olan Cenâb-ı Rabbü-l Âlemiyn'dir.

Beşer söz konusu olduğunda böyle bir bilgi, Vahiy yoluyla, ya 1) bir perde ardından (Şûrâ/51), ya da 2) Rabb'in irsâl ettiği bir resûl aracılığıyla iletilir (Şûrâ/ 51). Fakat, Kur'ân'ın bildirdiğine göre, Rabb yalnızca Peygamberlere değil, kullarından dilediğine de (Mümin/15), Gökler'e de (Fussilet/12), Arz'a da (Zilzâl/5), meleklere de (Enfâl/12), Hz. İsâ'nın Havârîler'ine de (Mâide/111), Hz. Mûsâ'nın annesine de (Tâ Hâ/38) ve bal arısına da vahyetmiştir (Nahl/68).

Vahyedildiği esnâda Vahy'in muhâtabı olan, Vahy'in muhtevâsını tebliğ etmedikçe bir üçüncü şahıs bu muhtevânın ne olduğunu bilemez; yâni Vahiy, Rabb ile kulu arasında ve muhtevâsı açısından (eğer Vahyi getiren melek varsa, onun dışında) bir üçüncü şahsın bu iletişimi paylaşmasına imkân vermeyen bir gizlilikte cereyân eder. Bundan dolayıdır ki Cenâb-ı Rabbü'l-Âlemiyn'in emir ve haberlerini mahlûkāta iletme tarzı olan Vahiy, onu ahz ve kabûl eden tarafından beyân edilmedikçe, paylaşılması mümkün olmayan sübjektif bir hâdisedir. Bu hâdiseyi yaşamamış bir kimsenin Vahy'in realitesini ya da Vahyin taşıdığı bilgilerin menşeini kabûl ya da reddetmesinin objektif bir dayanağı bulunmaz. Bununla beraber Vahy'in varlığına ve bu kanalla gelen bilginin doğruluğuna îmân her Müslümana farzdır.

Vahy'in muhâtabı, eğer bunun Vahiy olduğunu idrâk etmişse, bunun sâdık bir bilgi iletim tarzı olduğunun yâni Allāh'ın mekrinin (Mekrullāh'ın) dışında bulunan bir sürece tâbî olduğunun da idrâkindedir. Bu bakımdan Vahiy ilâhî bilginin en emîn, ve en sâdık aktarım tarzıdır. Ayrıca, her şeyi bilen (yâni Alîm olan) Rabb'ın kuluna ilettiği Vahiy, O'nun Ezel'de tâyin etmiş olduğu Kader'in dışında da değildir (Kamer/49, Hûd/6, Neml/75).

Bu açıdan bakıldığında Vahiy, beşer için, yalnızca bir inanç meselesidir; kendisini bizzarûre kabûl ettirtmek gibi bir vasfı yoktur. Nitekim Hz. İsâ'ya gelen Vahy'i Yahudiler, Hz. Muhammed'e gelen Vahy'i de Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müşrikler reddetmişlerdir. Kur'ân (Kehf/57'de) Rabb'in âyetleri kendisine hatırlatıldığı hâlde onlara sırt çevirenlerden daha zâlim kimse olmadığını beyân etmektedir. Beşerin bu zâlimliği kendi nefsinden kaynaklanmaktadır. Çünkü nefis kötülüğü emreder (Hûd/53).

Nefis sâhibi kimselerden ancak kendisine hidâyet lûtfedilmiş olanlar Vahy'i tasdîk edip muhtevâsına uyarlar. Rabb'ın "Âdem'e secde edilmesi" hakkındaki emri İblîs'e erişince o, bunun apaçık bir Vahiy olduğunu idrâk etmemiş olduğu gibi bu emre icâbet de etmemiştir. Ezelden beri, kendisine apaçık Vahiy geldiği hâlde buna icâbet etmemiş ve baş kaldırmış olduğu kaydedilen tek fert İblîs olmuştur. Hiçbir peygamberin, hiçbir meleğin, diğerlerinin ve bal arısının Rabb'in Vahy'ine icâbet etmediği görülmemiştir.

Kur'ân Açısından Akıl

Vahy'in Rabb'den kuluna bir bilgi iletim tarzı olmasına karşılık Akıl, kulun kendi kendine bir bilgi edinim tarzıdır. Beşer: 1) Vahiy söz konusu olduğunda mef'ul (edilgen), 2) Akıl söz konusu olduğunda ise fâildir (etkendir). Akıl: 1) vehim, 2) hayâl, ve 3) mantık'a yataklık eden bir substratum'dur; yâni bu üç unsuru tahrîk ve koordine eden bir çeşit heyulâ'dır. Akıl bu üç unsur aracılığıyla (eşyâ, kavram, his gibi) her türlü nesne ve bu nesnelerin zihnimizde oluşan temsilleri arasında: 1) seçim, 2) sıralama, 3) yön, 4) boyut, 5) terkîb, 6) tahlîl esaslarına, ve 7) mantık kurallarına göre kategoriler ihdâs etmek ve bu kategorileri yeni nesneler olarak idrâk etmek yoluyla bilgi üretir; üretmiş olduğu bilgilerden hareketle de çeşitli yöntemler ihdâs edip bunları uygulayarak yeni bilgiler üretir. Bu bir ontolojik süreçtir5. Üretilen bilgilerin gerçeğe uygun olup olmamaları ise, burada değinmeyecek olduğumuz, yaklaşılması da çözümü de çok daha zor olan epistemolojik bir meseledir.

Bütün bunlar ilâhî menşeli bilgi iletim tarzı olan Vahiy ile beşerî menşeli bilgi edinim tarzı olan Akl'ın: 1) mâhiyetlerinin, 2) tezâhürlerinin ve 3) ilettikleri bilgilerin kökenlerinin ne kadar farklı olduğuna ve Vahiy ile Akl'ın hiçbir şekilde özdeş ya da eşanlamlı (müterâdif) olarak alınamıyacağına, hele hele aklın Vahiy'den üstün tutulamıyacağına yeterince ışık tutmaktadır.

Cenâb-ı Rabbü'l-Âlemiyn: "Ve andolsun ki Biz, eğer dilersek, sana vahyet-tiğimizi izâle etmeğe de muktedîriz; sonra Biz'e karşı kendine bir vekîl de (yardımcı da) bulamazsın" (İsrâ/86) beyânıyla 1) Hz. Peygamber'e vahyettiğini kendisine unutturmağa da muktedîr olduğunu, ve 2) unutulan vahyedilmiş bilgiyi Peygamber'in ihyâ ve ibkā etmesi için kendisine akıl dâhil hiçbir şeyin yardımcı olamıyacağını îkāz etmektedir. Bu âyet vahyedilen bilgiye akıl yürütmek yoluyla denk olacak bir bilgi elde etmenin mümkün olmadığının da delîlidir.

Kur'ân-ı Kerîm'de Akl'ın: 1) düşünmek için, 2) ibret almak için, 3) öğüt almak için, 4) hidâyete ermek için, 5) cehâlette kalmamak için, 6) (gönül yönünden) kör, sağır ve dilsiz olmamak için, ve özellikle de 7) Kur'ân'ın mânâsının anlaşılması için ne kıymetli ve olmazsa-olmaz bir yardımcı olduğuna dair pekçok âyet vardır. (Meselâ, Bk.: İbrâhim/52, Sâd/29, Tâ Hâ/54 ve 128, Kasas/51, Zümer/21, Hadîd/17, Zümer/ 17-18, Bakara/171-172, Yûsuf/2, Zuhruf/2, Duhân/58).

Bütün bu âyetler Akl'ın önemini vurgulamaktadırlar. Gerçekten de Rabbü-l Âlemiyn'e lâyıkı vechile kulluk edebilmek için Kur'ân'ın ne buyurduğunu bilmek, neleri yapmak ve nelerden kaçınmak gerektiğini anlamak ve temyîz etmek gerekir. Bu idrâk ve temyîz ise yalnızca Akl'ın aracılığıyla olur. Şu hâlde bütün bu âyet-i kerîmelerden: "Kur'ân'ı tetkik ederken aklını kullanmak her Müslümana farzdır" sonucu çıkmaktadır.

Ancak şuna dikkat etmelidir ki akıl iki türlü kullanılabilir. Biri insanı felâkete, diğeri ise hakikatların keşfine sevkedebilir. Eğer insan aklını:

Aklın her şeyden üstün, ve

Her şeyin Akl'a musahhâr

olduğu vehmiyle kullanırsa bu vehimdeki gizli şirk ona felâket getirir. Eğer aklını usûlüne ve Kur'ân'ın rûhuna uygun olarak "Ak'lın aslā hükümrân olmadığı, aksine, Hakk'ı (Gerçeği) fehm, idrâk, temyîz ve teslim etmek yönünden ancak ve ancak hâdim olabileceğinin idrâki" ile kullanırsa, bu da onu hakîkatların keşfine sevkedebilir. Bu hususda dindar kişiyi temkine sevkeden rehberlerden birisi de: "Şüphe yok ki (insanlar) Allāh'ın ilminden bir şeyi ancak O'nun izniyle ihâtâ ederler" (Bakara/255) âyet-i kerîmesi olmalıdır.

Kötülüğü emreden nefsin (nefs-i emmâre'nin) tahrîkiyle vehim ve hayâli azan beşerin bir bölümü her şeyi aklîlik (rasyonalite) çerçevesi içinde görmek marazına kolayca kapılabilmekte ve her şeyi sınırsızca sorgulayabilmektedir. Dindarların da ateist'lerin de tutumlarını zâhiren aklîlik çerçevesinde savunabilmeleri ise Akl'ın her iki zıt tutuma da kolaylıkla yataklık edebildiğini göstermektedir.

Bu açıdan bakıldığında, Akl'ı vahşî ve serâzat bir küheylâna benzetebiliriz. Bu küheylân kendisine gem ve semer vurmadan bineni, onun istediği yöne değil kendi istediği yöne çeker götürür; ve bir müddet sonra da sırtından fırlatıp atar. Ama bu küheylânın azgınlığı eğer Kur'ân'ın gemi ve Sahîh Sünnet'in de eğeriyle zabt-ü rabt altına alınırsa, o zaman bu vahşî at ehlîleşerek binicisini ister istemez binicinin sevk ettiği yöne götürür.

Hz. Peygamber'den rivâyet edilen şu üç hadîs de aklın hem bu âlemdeki, hem de âhiretteki önemini çok iyi bir şekilde vurgulamaktadır:

"Doğru yolu akıllıdan öğrenin; sözüne isyân etmeyin; sonra nâdim olursunuz" (Süyûtî: Câmi'ü-s Sagiyr)

"Cebrâil'e insanlarda ululuğun, önderliğin neyle olduğunu sordum: 'Akılla' dedi" (Abdurrauf Al-Munâvî: Künûz Al-Hakāyık Fî Hadîs-i Hayr Al-Halâyık)

"Akıllıca hareket etmek her iki âlemde de işlerin en ulusudur" (A. Al-Munâvî: a.g.e.)

Vahiy ve Akıl kavramları hakkında ortaya atılmış olan çoğunlukla sübjektif ve muğlâk fikirler Vahiy-Akıl ilişkisinin anlaşılmasını kolaylaştırmak yerine pekçok yapay problemin ortaya çıkmasına ve konunun tutulması gereken kanalın dışına taşmasına sebep olmuştur. Vahy'in ilâhî bir bilgi iletim tarzı, buna karşılık Akl'ın da beşerî bir bilgi edinim tarzı olduğu, Vahy'e ve taşıdığı bilgilerin doğruluğuna îman etmenin de ve aklını kullanmanın da farz olduğu göz önünde tutulduğu takdirde Vahiy-Akıl ilişkilerinin sınırları daha isâbetli bir biçimde idrâk edilebilecektir.

Müteşâbih Âyetler'e Mahsûs Edeb

Kur'ân-ı Kerîm'de Âl-i İmrân Sûresi'nin 7. âyetinde:

"Sana Kitâb'ı indiren O'dur. Ondan bir kısmı muhkem (hüküm ifâde eden, mânâsı açık ve yorum gerektirmeyen) âyetlerdir; bunlar Kitâb'ın anasıdır (temelidir). Diğer kısmıysa müteşâbih (bir olguyuya da ilâhî bir sırrı benzetim yoluyla ifâde eden ve dolayısıyla da yoruma açık) âyetlerdir. Kalplerinde (doğruluktan) inhirâf bulunanlar fitne çıkarmak ve (kendi çıkarlarına uygun bir biçimde) te'vil etmek için ondaki (Kitâb'daki) müteşâbih âyetlere uyarlar. Oysa bunların (gerçek) te'vilini ancak Allāh ve "ilimde râsih olanlar" (yâni Allāh'ın ilâhî ilimden nâsiblendirmiş olduğu kimseler) bilir. Onlar: "Biz ona inandık, hepsi de Rabbimizin katındandır" derler. Bunu ise ancak aklını isâbet ve dirâyetle kullanabilenler (Arapça'sı: ulü-l elbâb) akledip düşünebilir."

denilmektedir. Bu âyet-i kerîme, Kur'ân-ı Kerîm'i tek başına idrâk husûsunda, reşîd (yâni akıllı, doğru yol tutan, ergin) Müslümanların riâyet etmeleri gereken sınırlara da ışık tutmaktadır. Buna göre râsih olmayan bir Müslümanın müteşâbih âyetleri te'vile kalkışması hatâdır. Zirâ bunların te'vilini ancak Allāh ve ilimde râsih olanlar bilir. Nifâk çıkarmak gibi kötü bir niyetle yapılmamış olsa dahî, râsih olmayan bir kimsenin te'vili nifâka ve fesada yol açabilmektedir.

Muhkem âyetler hem inanılması ve hem de uygulanması gereken âyetlerdir. Müteşâbih âyetler ise bir olguyu ya da bir sırrı benzetim yoluyla beyân eden âyetlerdir. Bunlara da îmân şarttır ama bunların uygulanması diye bir şey söz konusu değildir. Böylece muhkem âyetlerin herkese ama müteşâbih âyetlerin ise "ilimde rüsûh sâhibi olan" havvas'a yönelik olduğu anlaşılmaktadır.

Râsih olmayan bir kimsenin, hem te'vilin nasıl yapılması gerektiği husûsunda ve hem de yaptığı te'vilin isâbetliliğini sınamak husûsunda sağlam yöntemlerle donatılmış olmamasından ötürü, te'vilinin ilme değil yalnızca vehmine ve hayâline dayanmış olması kaçınılmazdır. Binâenaleyh, râsih olmayan bir Müslümanın müteşâbih âyetlerin te'vilinde isâbetli olması da isâbetliliğinin derecesini idrâk ve temyiz etmesi de mümkün değildir. Te'vilin isâbetliliğinin idrâk ve temyizi de ancak ve ancak İlimde râsih olanlara has bir haslettir.

İlimde râsih olanlar ise müteşâbih âyetlerin te'villerini de, bu te'villere varmak için yararlanmış oldukları yöntemleri de râsih olmayanlara açıklayamazlar. Bu konuda kesin bir takıyye'ye uymalıdırlar. Zirâ eğer Allāh bunların herkes tarafından idrâk edilmesini murâd etmiş olsaydı bunun idrâkini, fark gözetmeksizin, herkese yâni avâma da havassa da lûtfedebilirdi. Müteşâbih âyetlerin te'villerinin idrâklerden gizli tutulmasının şüphesiz ki Allāh katında derin bir hikmeti vardır. Bu hikmetin edebine de herkes riâyet etmelidir. Bu husûsun önemine Hz. Peygamber (s.a.) de: "İlim kazanmak her Müslümana farzdır; fakat ehil olmayana bir şey öğreten kimse: mücevherleri, incileri, altınları domuzların boyunlarına takan kişiye benzer"6 hadîsinde işâret etmiştir.

Yukarıda söz konusu edilen (Âl-i İmrân/7) âyetinin ulü-l elbâb'ı, yâni "akıllarını isâbet ve dirâyetle kullanabilenleri" ne kadar yücelttiği de gözden kaçmamalıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de Akl'ın:

düşünmek için,

ibret almak için,

öğüt almak için,

hidâyete ermek için,

cehâlette kalmamak için,

(gönül yönünden) kör, sağır ve dilsiz olmamak için, ve özellikle de

Kur'ân'ın mânasının anlaşılması için,

"o olmazsa olmaz" (sine qua non) ne kıymetli bir yardımcı olduğuna dair pekçok âyet vardır:

İşte bu, insanlara bir bildiridir; (sonlarının fenâ olacağını düşünüp) onunla korksunlar, tapılacak tek bir ilâhın O olduğunu bilsinler; ve akıllarını isâbetle ve dirâyetle kullanabilenler de (ulü-l elbâb da) düşünüp ibret alsınlar. (İbrâhim/52

Âyetlerini iyice düşünüp tedbir alsınlar ve akıllarını isâbetle ve dirâyetle kullanabilenler de öğüt alsınlar diye Sana mubârek bir kitap indirdik. (Sâd/29)

... Bunda akıl sâhibleri için âyetler (işâretler ve ibretler) vardır.(Tâ Hâ/54 ve 128)

Ve Biz onlara sözü eriştirdik. Acabâ düşünüp de öğüt alırlar mı? (Kasas/5l)

... Bütün bunlarda akıllarını isâbetle ve dirâyetle kullanabilenler (ulü-l elbâb) için ibret ve öğüt vardır. (Zümer/21)

Bilin ki Allāh, Arz'a ölümünden sonra hayat verir; Biz âyetlerimizi (İlâhî Kudretimize delîl olan hârikulâde olguları) aklınızla kavrayasınız diye sizlere apaçık beyân etmekteyiz. (Hadîd/17)

... Onlara müjdeler olsun! Artık kullarımı müjdele ki onlar sözü işitir de en iyisine tâbi' olurlar Onlar öyle kişilerdir ki Allāh onlara hidâyet vermiştir (doğru yola iletmiştir) de akıllarını isâbetle ve dirâyetle kullanabilenlerin (ulü-l elbâb'ın) ta kendileridir onlar. (Zümer/17-18)

Onlara, Allāh'ın indirdiğine uyun denildiğinde: "Hayır biz atalarımızın uymuş olduklarına uyarız" derler. İyi ama ya atalarınızın aklı bir şeye ermiyorsa da doğru yolu bulamamışlarsa? (Bakara/171).

Yayınlandığı Kaynak : 2005-11-30
Yayınlandığı Dergi :
Sanal Dergi :
Makale Linki : http://www.ozemre.com/index.php?option=com_content&task=view&id=49&Itemid=57
Otel Tekstili antalya escort sakarya escort mersin escort gaziantep escort diyarbakir escort manisa escort bursa escort kayseri escort tekirdağ escort ankara escort adana escort ad?yaman escort afyon escort> ağrı escort ayd?n escort balıkesir escort çanakkale escort çorum escort denizli escort elaz?? escort erzurum escort eskişehir escort hatay escort istanbul escort izmir escort kocaeli escort konya escort kütahya escort malatya escort mardin escort muğla escort ordu escort samsun escort sivas escort tokat escort trabzon escort urfa escort van escort zonguldak escort batman escort şırnak escort osmaniye escort giresun escort ?sparta escort aksaray escort yozgat escort edirne escort düzce escort kastamonu escort uşak escort niğde escort rize escort amasya escort bolu escort alanya escort buca escort bornova escort izmit escort gebze escort fethiye escort bodrum escort manavgat escort alsancak escort kızılay escort eryaman escort sincan escort çorlu escort adana escort