Hit (3923) M-1784

Osmanlı Dönemi Türk Edebiyatının Niteliği Üzerine Düşünceler

Yazar Adı : İlim Dalı : Türk Dili ve Edebiyatı
Konusu : Dili : Türkçe
Özelliği : Makale Türü :
Ekleyen : Nurgül Çepni/2009-11-17 Güncelleyen : /0000-00-00

Osmanlı Dönemi Türk Edebiyatının Niteliği Üzerine Düşünceler

Osmanlı dönemi Türk edebiyatının niteliği hakkında maalesef yaygın ve yanlış bir kanaat vardır: Osmanlı döneminde bir büyük "halk" kitlesi vardır, bir de bunlara hükmeden padişah ve çevresi, yani saray. Dolayısıyla, bu büyük halk kitlesinin meydana getirdiği edebiyat asıl millî edebiyat, saray çevresinde meydana gelen edebiyat ise millî olmayan sun'î bir edebiyattır. Çünkü, halk edebiyatı halkın konuştuğu dili kullanmaktadır, sadedir. Hece veznine, millî nazım şekillerine yer verilmektedir. Buna karşılık, divan edebiyatının dili Arapça, Farsça kelimelerden meydana gelen anlaşılmayan bir dildir. Arap ve Farslara ait aruz veznini ve nazım şekillerini kullanmaktadır. Sonra, halk şairleri halkın içinde yaşadıkları halde, divan şairleri sarayda veya sarayın hemen yanında yaşamakta, halkın arasına karışmamaktadır (1). Adı üstünde "saray edebiyatı"dır. Saray çevresinde bir avuç insan tarafından meydana getirilen, yine o çevrenin anlayıp zevk alabildiği bir edebiyat. Hiç bir zaman saray dışına çıkmamış, halk tarafından benimsenmemiştir. "Yüksek zümre edebiyatı" denmesi de boşuna değildir. Kendilerini halktan yüksek gören küçük bir zümrenin edebiyatıdır da ondan...

Bilimsel bir geçerliliği olmayan bu fikirler son yıllarda yeniden gözden geçirilmeye başlanmıştır (2).

Bu görüşün temelindeki asıl yanlışlık, Osmanlı toplumunu halk ve saray çevresi diye ikiye ayırarak, bunu hareket noktası kabul etmesidir. Halbuki, büyük ölçüde İslâmî kültürün beslediği toplumda homojen bir yapı mevcuttu. Câmi, tekke, medrese, köy odası, kahvehane gibi müesseseler bu ortak kültürün gelişmesinde büyük rol oynuyordu. Erol Güngör'ün bu konudaki tesbitlerine katılmamak mümkün değil:

"... Bizim Osmanlı cemiyeti böyle statik bir âhengin en güzel örneğini teşkil eder. Tahsil ve tecrübe sonunda idareci münevver tabakasına geçen insanları halktan ayırdeden hususiyet, bilgi ve kabiliyet farkıdır; üst tabakayı meydana getirenler, padişah da dahil olmak üzere, bir ve aynı kültürün en ince ve işlenmiş tarafını temsil ederler. Dünyaya, tarihe, kendi kültürlerine ve yabancı kültürlere karşı tavırları halkın tavrından pek farklı değildir. Halkın hocaları ile yüksek tahsil gören gençlerin hocaları aynı kimselerdir; Süleymaniye Medresesi'nde ders okutan bir müderris (profesör) aynı zamanda Süleymaniye Câmii'nde halka vaaz eder, yine aynı insan sarayda şehzâdelerin eğitimi ile meşgûl olur." (3)

Durum böyle olunca müşterek bir kültür birikimine sahip mütecânis bir toplum yapısı ortaya çıkıyor. Gayet tabii, bu mütecânis yapı içinde kültür seviyeleri itibariyle –bugün olduğu gibi– bazı farklılıklar olacaktı. Özellikle büyük şehirlerde yoğunluk kazanan sanat faaliyetleri, suya atılan taşın dalgaları gibi halka halka genişleyerek kasabalara ve köylere intikal ediyordu. Öyle ki, belli bir yüzyıldan sonra kazanılan kültür birikimi, halkın büyük bir kısmını sanat ve edebiyatın içine çekmiştir.

*

Şairlerin mensup olduğu meslekler, divan şairinin kimliği hakkında bir fikir vermektedir: Padişah, vezir, nişancı, defterdar, müftü, kazasker, emir, bey, nakibü'l-eşraf, kadı, müderris, kâtip, yeniçeri, sipahi, imam, vâiz, müezzin, hâfız, cüz'hân, muarrif, buhurcu, muvakkit, hânende, türbe ve tekke bekçisi, çizmeci, remmâl, külâh dikici, müneccim, bezzâz, vâlâcı, demirci, ipekçi, çakşırcı, attar, şekerci, iğneci, mürekkepçi, ayakkabıcı, terzi, penbe-dûz, şem'-fürûş, sarraf, tabip, şerbet, macun ve müferrih satıcısı, çiftçi, ziraatçi, canbaz, sahhaf, tüccar.... vb. (4)

Tezkirelerde yer alan 3182 şairin 108 çeşit mesleğe mensup olduğu tesbit edilmiştir. Bunlar kendi içinde grublandırıldığında ilmiyye sınıfının 1147 (% 36), bürokratların 892 (% 28), askerlerin 117 (% 3.7), esnaf ve serbest meslek sahiplerinin 117 (% 3. 7), şeyh ve dervişlerin 182 (% 5.7), saray mensuplarının 60 (% 1.8), din adamlarının 26 (% 0.8) oranlarında olduğu görülmektedir (5).

Bu bilgiler, sanat faaliyetlerine her meslekten iştiraklerin olduğunu gösteriyor. Günümüzde şiir ve sanat faaliyetlerinin genelde belli bir çevre (özellikle tahsilli ve devlet kapısından ekmek yiyen, entelektüel) dışına çıkamadığı göz önüne alınırsa, bunun önemi daha iyi anlaşılır.

Gayet tabii sanat belli bir kültür seviyesi gerektirir. Bugün de kasabaya inen bir köylü, kitapçıya uğrayıp yeni çıkan şiir, hikâye veya romanları almak ihtiyacını hissetmiyor. Üstelik, halkın diliyle halk için yazıldığı iddiasında olan eserlerin bile nüfusa nisbetle baskı sayısı ortada. Bu bakımdan günümüzün basın, yayın ve haberleşme imkânlarıyla kıyaslanamayacak şartlar altında Osmanlı kültür ve edebiyatının halka nasıl yaygın şekilde intikal edebildiğini anlamak kolay olmuyor.

Fuat Köprülü bu durumu şöyle izah ediyor: "XVII.-XVIII. asırlarda İmparatorluğun Asya ve Avrupa'daki büyük şehir ve kasabalarında oldukça kalabalık münevver bir sınıf vardı ki, İslâm ilimlerini ve edebiyatlarını lâyıkıyla kavramıştı; maddî refah ve servetle birlikte bu yüksek kültür havası, uzun asırlar boyunca, daha aşağı seviyedeki diğer içtimaî sınıflara da geçerek umumî zevk ve kültür seviyesini yükseltmişti." (6)

Böyle bir gelişmenin en çarpıcı örnekleri arasında hiç şüphesiz ki "ümmî divan şairleri"ni zikredebiliriz. Ümmî, okur-yazarlığı olmayanlar hakkında kullanılan bir tâbirdir. Sözlü kültürleri yaratanlar genellikle ümmî halk sanatkârlarıdır. Başka bir söyleyişle, gelenek de kendi gücüyle ümmî sanatkârlarını yaratır. Anonim halk edebiyatı ve âşık edebiyatı için durum böyledir.

Halk, tekke ve âşık edebiyatlarımızda varlığı herkesçe bilinen ümmî şairlere, XV.yy.'ın sonlarından itibaren klâsik edebiyatımızda da rastlamaktayız. Bizim tesbitlerimize göre bunların sayısı on civarındadır: Cemîlî (870/1465-66- 950/1643-44?), ÇağşırcıŞeyhî (XV.yy.), Huffî (XV.yy.), Râyî (XVI.yy.), Tâlibî (XVI.yy.), Siyâbî (XVI.yy.), Bîdârî (öl.968/1560-61), Meşrebî (öl.962/ 1554-55), Enverî (öl.954/1547), Vâlihî (XVI.yy.). Bu şairlerin hepsi de esnaftan kişiler. Şeyhî çağşırcı, Huffî ayakkabıcı, Bîdârî sarraf, Siyâbî terzi, Enverî iğneci ve mürekkepçi. Bazıları, imparatorluğa başkentlik yapmış olan İstanbul, Bursa ve Edirne gibi şehirlerden. Buralardaki yoğun kültür atmosferini anlamak mümkün. Ancak, buralardan uzakta Merzifon, Kefe ve Diyarbakır'dan olanlar da var. Meselâ Diyarbakırlı Cemîlî'nin Tebriz'e, Herat'a gittiği, Hüseyin Baykara'nın meclislerinde bulunduğu, Ali Şir Nevâî'nin üç divanına "kafiye ber-kafiye" nazire söylediğini yukarıda gördük. Bu hadise, o asırlarda Türk coğrafyaları arasındaki kültür münasebetleri hakkında bir fikir verdiği gibi, Herat mektebinin Anadolu sahasındaki etkilerinin boyutlarını da düşündürüyor.

Ümmî şairlerden Cemîlî, Huffî ve Enverî'nin divan sahibi oldukları Keşfüzzünûn'da kayıtlı. Ayrıca, bunlardan Enverî'nin şiirleri, üç asır sonra bile, Itrî, Sadullah Ağa ve Dede Efendi gibi büyük sanatkârlar tarafından bestelenmiş. Muhtemelen bestelenmiş başka şiirleri de var. Bu durum, onun tesirinin asırlarca devam etmiş olduğunu göstermektedir. Bu şairlerden Meşrebî, yazdığı şiirleri aynı zamanda bestelediği için şöhretinin daha çabuk yayılmasınısağlamış. Bu örnek, ümmî şairlere benzer bir durumun klâsik bestekârlar için de söz konusu olduğunu düşündürmektedir.

Ümmîlik hadisesi halk edebiyatı için kanıksanan bir husus olduğu hâlde klâsik edebiyat için izaha muhtaçtır. Zira, bu edebiyatın yaslandığı zengin kültür birikimi, kullandığı aruz vezni ve estetik kaideleri hususî bir tahsili gerekli kılmaktadır. O hâlde tezkirecilerin övmekte birbiriyle yarıştığı, "nevâdir-i âlemden ve garâib-i benî dem'den" saydığıbu şairler nasıl yetişmiştir?

Bu soruya doğru cevap bulabilmek için önce zihnimizdeki "halk" ve "halk olmayanlar" şeklindeki yanlış tasnifi bir yana bırakmak lâzım. Osmanlı toplumunda, dokusunu dinî-tasavvufî kültürün beslediği oldukça mütecânis bir yapı mevcuttu. Câmi, tekke, medrese, köy odası ve kahvehânelerde okunan muayyen eserler bu yapıyı oluşturmaktaydı. Başta İstanbul olmak üzere belli merkezlerde yoğunlaşan kültür faaliyetleri, suya atılan taşın halkaları gibi yayılarak safha safha halka intikal ediyordu. XVI.yy.a gelindiğinde bu süreç iyice hızlanmış, okuyucunun zevki ve kültür seviyesi de bir hayli yükselmiştir. İmparatorluk coğrafyasında yaşanan bu yoğun ve yaygın kültür hayatının sonucu olarak şuarâ tezkirelerinde esnaf tabakasından şairler, cihan padişahlarıyla yan yana durur oldular. Bunlar arasında, sözünü ettiğimiz ümmî divan şairleri de vardı.

Fuat Köprülü, esnaf, tabakasından yetişmiş ümmî bir insanın klâsik şairler silsilesine girecek derecede güzel şiirleriyle şöhret kazanmasını, kendi fıtrî istidâdıyla beraber, bilhassa, yetiştiği çevrenin kültür seviyesiyle izah ediyor (7). Bu ümmî şairlerin yetişmesinde, "sözlü irfanımızın rahlesiz divitsiz mektebleri" olan sohbet meclislerimizin önemli rol oynadığı kesin. Latifî'nin Huffî hakkındaki isabetli tesbitlerine katılmamak mümkün değil: Huffî, "terakkiyu'l-ukalâ bi-mücâleseti'l-ezkiyâ" sözü gereği sürekli fâzıl ve kâmil kimselerle sohbet ve münasebette bulunmuş, "huzi'l-ilme min efvâhi'r-ricâl" sözüne uyarak büyüklerin sohbetlerinden o kadar çok lûgat, ibârât ve aklî-naklî meseleyi hafızasına kaydetmiş ki, kitapsız-deftersiz müftü ve müderris olmuş... Öyle ki, Huffî hakkında söylenenleri pek akla yatkın bulmayan Fatih, onu huzuruna çağırarak şiirlerini bizzat dinlemiş, takdir ederek ihsanlarda bulunmuştur. Çağşırcı Şeyhî'nin de "musâhabetinin her gâh ehl-i ilm tâifesiyle olduğu" vurgulanmaktadır. Ahmed Paşa gibi bir şairle sohbet arkadaşı olan Şeyhî'nin ebcedle tarih düşürmesini yadırgamak elden gelmiyor.

Burada, söz konusu edilen şairlerin büsbütün cahil olmadıkları hatıra gelebilir. Gerçekten, tezkirelerde bazı şairler hakkında "..belki sevâd-hân olduğu..." şeklinde tereddüt ifadelerine rastlanır. Ancak, birçoğunun ümmîliği açıkça belirtilmiştir. Bunların en meşhuru olan Enverî hakkında Âşık Çelebi'nin söylediklerini yukarıda gördük. Onun sözleri bu konuda hiçbir tereddüte yer bırakmıyor. Ayrıca, Kıyâsî'nin hiciv beyti de onu desteklemektedir.

Kıyâsî okur-yazarlığı ile böbürlene dursun, Enverî'nin "Nideyim sahn-ı çemen seyrini cânânım yok" mısraı ve diğerleri, dört yüz seneden beri gönüllerimize ses vermeye devam ediyor. Sonuç olarak, sözlü irfan meclislerimizin bereketi içinde yetişmiş Enverî ve benzeri ümmî şairlerimizi, klâsik kültürümüzün halka intikalinin önemli göstergelerinden birisi olarak değerlendirmek lâzımdır (8).

*

Kültür ve sanatın gelişmesinde sarayın rolünü de unutmamak gerekir. Sarayın ilim ve sanat erbâbını teşvik ve himâye etmesi Türk-İslâm geleneğinde öteden beri mevcut idi. Bu gelenek dolayısıyla her padişah kendisini bu teâmüle uydurmak mecburiyetinde hissediyor, aksi takdirde şu beyitte olduğu gibi, çevresi veya bizzat âlim ve sanatkârlar tarafından ikaz ediliyordu: "Husrevâ erbâb-ınazma ihtirâm et ihtirâm / Çün severdi bunları Mahbûb-ıRabbü'l-âlemin" (9).

Divan şairlerinin en çok tenkit edilen yönlerinden biri de yazdıkları şiir ve eserler karşılığında devlet büyüklerinden para almalarıdır. O günün şartları dikkate alındığında bunun ne kadar elzem olduğu anlaşılır:

"Günümüzde yazarın ve eserin geniş okuyucu kitlesinde gördüğü rağbetin belirlediği telif ücreti, kısaca ifadesiyle hünerin maddî karşılığı, başta hükümdarlar olmak üzere devletin yüksek görevlileri tarafından sağlanıyordu. Şairler, yazarlar ve bilim adamları, eserlerini söz konusu mevkilerde bulunan kişilere sunarak karşılığında câize adı verilen bir tür telif ücreti alırlardı. Bu telif ücretinn miktarı da, kendisine eser sunulan kişinin bilgisine, kültürüne göre değişirdi. Doğunun medeniyet tarihine baktığımızda, kültürlü devlet adamlarının zamanlarında bilim ve sanat eserlerinin sayısında büyük artışlar görürüz." (10)

Behçet Necatigil de "câize" mekanizmasının müsbet rolüne dikkat çekmiştir:

"Osmanlı İmparatorluğu için bir çeşit Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'dur câize. Divan edebiyatının töresidir, yasasıdır, edebiyatçının sosyal sigortası bir çeşit. Bugün dergilerde, gazetelerde basılan yazılara, şiirlere, yayınevlerinde çıkan kitaplara ödenen telif ücretlerinin yerini tutuyor câize. Yani bir emeğin karşılığı. Şairine göre değişir, belli bir baremi vardır, iyi esere çok câize verilir, şöyle böyle olanına ona göre. Şair, devlet büyüklerine sunduğu kaside ve gazellerde kalem gücünü gösterir, sanatını gösterir ve hünerini parasal, malsal (nakdî, aynî) karşılığa dönüştürür. Padişah, vezir, devletin diğer önemli kişileri, bu kasideleri, içlerinde abartmalar, gerçek dışı yakıştırmalar olduğunu bile bile, sırf bir eser, bir yaratı olduğu için değerlendiriyorlardı. Şairlere verilen câizeler (paralar, türlü ihtiyaç maddeleri) Cumhuriyet rejiminin ilk dönemindeki elçilikler, şirketlerde bankalarda yönetim kurulu üyelikleri, vatana hizmet tertibinden maaş bağlamalar gibi kayırmaların yerini tutar. Yoksa o câizeleri veren devlet erkânını övgü düşkünü ve şairleri de onların dalkavukları diye küçültmeye kalkmak, en azından cahillik ve insafsızlık olur. Şair yazıyor, başarısı oranında da ücretini alıyor, geçimini buna göre ayarlıyor, yarı yarıya kalemiyle sağlıyordu." (11)

Padişahın böyle bir gelenek içinde ilim ve sanat erbâbını teşvik ve himâye ettiğini gören diğer idareciler de bulundukları yerleri sanat faaliyetlerinin merkezi hâline getirmişler, böylece imparatorluk coğrafyasının en uzak noktalarında bile edebî muhitler, sanat mahfilleri teşekkül etmiştir (12). Bu hususta Âşık Çelebi'nin Nehârî'den bahsederken "darb-ı mesel" yerinde zikrettiği şu söz üzerinde durulmaya değer:

"Rivâyet ederler ki, Prizren'de oğlan (çocuk) doğsa adından akdem (önce) mahlâs korlar; Yenice'de doğan oğlan baba diyecek vakit Farisî söyler; Priştine'de oğlan doğsa diviti belinde doğar, derler. Binâenalâzâlik, Prizren şâir menba'ıve Yenice Farisî ocağıve Priştine kâtip yatağıdır." (13)

Burada adıgeçen Prizren, Yenice ve Priştine, Rumeli'de bir birine yakın üç küçük kasabadır. XIV. asır sonlarında fethedilen bu yerlerin XVI. asırda, bu darb-ı meselin doğmasına sebep olacak şekilde gelişerek birer kültür ve sanat merkezi hâline geldiği anlaşılıyor. Bu durum, aynı zamanda kültürün gücü ve dinamizmini de göstermektedir. Bu küçük kasabalarda herkesin şiir ve edebiyatla uğraşması, çocuklarının şair olmasını istemesi, devrin edebiyat dili Farsçayı bilmesi biraz mübalâğalı şekilde anlatılmış. Bu örneği, daha eski devirlerden beri yoğun Türk unsurunun hâkim bulunduğu diğer kasabalara da teşmil etmek herhalde yanlış olmaz. Nitekim, Ali Rıza Yalgın'da buna dair bir örnek buluyoruz. Toroslarda yaşayan Türkmenlerin folklor ve edebiyatlarına dair kıymetli araştırma ve derlemeleri bulunan yazar, Yenişehirli Avnî ve Hoca Veysî'nin birer beytini tesbit etmiştir: (14) Uzun yıllar Osmanlının iskân teşebbüslerine direnen Toros Türkmenlerinin dilinde, hem de Cumhuriyet devrinde hâlâ divan şairlerinin beyitleri derlenebiliyorsa biraz düşünmek gerekir. XVI. asırda Âşık Çelebi'nin zikrettiği örnekle bu ikisi birbirini tamamlamaktadır. İletişim araçlarının çok sınırlı olduğu asırlarda Osmanlı kültürünün bu kuş uçmaz kervan geçmez dağ köylerine ulaşabilmesini, yukarıdan beri zikrettiğimiz sebeplerle izah edebiliyoruz.

*

Divan edebiyatının en çok tenkit edilen yönlerinden biri dilinin ağır ve anlaşılmaz oluşudur. Aslında bu iddia, yukarıda anlattığımız gelişmeler ile çelişmektedir. Gayet tabii günümüzde olduğu gibi, eskiden de oldukça külfetli ve sanatlı bir üslûpla yazılmış eserler bulunmaktaydı. Fakat, hepsinin böyle olduğunu söylemek yanlış olur. Meselâ, divan nesrinin Veysî ve Nergisî'nin süslü eserlerinden ibaret olmadığı artık herkesçe biliniyor. Divan nesri, sanat göstermek ve geniş kitleye bir şeyler anlatmak gayesiyle iki ayrı çizgide gelişmiştir. Veysî ve Nergisî'nin "sanat" gayesiyle kaleme aldığı eserler, bu edebiyatı kötülemek isteyenler tarafından devamlı örnek gösterilir. Halbuki aynı yazarların konuşma diline yakın bir dille yazdığı eserlerden (Veysî'nin Hâbnâme'si gibi) hiç bahsedilmez (15). Kur'an tefsirleri, hadis kitapları, fütûvvetnâmeler, menâkıbnâmeler, dinî, destanî halk hikâyeleri, gazavatnâmeler, fetihnâmeler, bazı Osmanlıtarihleri, ahlâk ve siyaset kitapları, seyahatnâmeler... çoğunlukla o günkü halkın (16) anladığı dille yazılmıştır (17).

Divan şairlerinin birden fazla dili olduğu söylenebilir. Kasidelerde, özellikle medhiye bölümlerinde terkibli, sanatlı bir dil kullanan şairin, gazel ve murabbalarda daha sade bir dil kullandığı görülür. Divanları meydana getiren gazellerin ve murabbaların büyük çoğunluğu o günkü halkın zevkle okuyup anlayacağı sadelikteydi. Bunların içinde, çeşitli sebeplerle çok çok sade olanlarıda bulunmaktaydı. Meselâ, Âşık Çelebi'nin söylediğine göre, Üsküplü İshak Çelebi'nin şiirleri sade ve külfetsiz bir üslûpla yazıldığından hânendeler ve sâzendeler arasında yayılmış, düğünlerde okunur olmuştur (18).

Bu arada Türkî-i Basit akımını da, kalıcı bir etkisi olmasa da divan şiirinin gelişimi içinde bir merhale olarak hatırlamalıyız (19).

Ayrıca, sarayın halk diline ilgisiz olduğu iddiası da doğru değildir. Bazı padişahların hece vezniyle sade bir dille şiirler yazdığını biliyoruz.

Saraydaki insanların halktan ayrı bir dil konuştuklarını düşünmek yanlış olur (20). Türkçülük akımının gelişmeye başladığı yıllarda da olsa, II. Abdülhamid'in okullara gönderdiği bir tamimle Türkçe'ye önem verilmesini ve halk ağzından derlemeler yapılmasını istemesi üstünde durulması gereken bir gelişmedir (21).

*

Klâsik şairlerimizin şiirlerinde atasözü, deyim ve halk ağzına yakın söyleyişlere çokça rastlanmaktadır. Şimdiye kadar lâyıkiyle dikkat edilmeyen bu husus, divan şairinin halk kültürü ile nasıl alâkalı olduğunu gösteren bir delildir.

Edebiyatımızda "îrâd-ı mesel" veya "irsâl-ı mesel" denilen bir söz sanatı vardır. Bir fikri isbat için misal getirmek veya şiirde atasözü kullanmak, demek olan bu sanat, XV. ve XVI. yy.lardan itibaren edebiyatımızda atasözü ve deyimlerin rağbet kazanmasıyla daha da yaygınlaşmıştır.

Gerçekten XVI. yy. klâsik edebiyatımızın kemâle erdiği, kudretli şairlerin çoğaldığı bir devirdir. Yüzyılın başında vefat eden Necatî Bey'in kemâl seviyesine ulaştırdığı şiirde atasözü, deyim ve halk söyleyişlerini kullanma uygulaması kendinden sonraki şairler üzerinde çok etkili olmuştur (22). Türkçenin imkânlarını çok iyi bilen şairler, atasözü, deyim ve Türkçe söyleyişlerin çeşitli mânâlariyle ustaca oynayarak ortaya koyduklarıedebî sanatlarla şiirlerini zenginleştirmişlerdir (23).

*

Halk ve divan edebiyatları, kendilerine özgü özellikleri olan iki ayrı edebiyat geleneğimizdir. Bununla birlikte, zaman içinde karşılıklı etkileşme sonucunda bazı ortak özellikleri de ortaya çıkmıştır.

Bu ortak özelliklerden birisi, divan şairlerinin hece vezniyle şiir yazma eğilimidir. XVI. yy.dan başlayarak birçok divan şairinin hece vezniyle şiir yazdığını biliyoruz. Meâlî (ö.1511), Usûlî (ö. 1538), Zaifî (ö. 1555), Âşık Çelebi (1519-1571), Fevrî (ö. 1571), III. Murad (ö. 1595), Himmet (ö. 1684), Feyzî, IV. Murad, Afife Sultan, Mahtumî, Nahifî, Nedim (ö. 1730), III. Ahmed, Şeyh Galip (1757-1799), Vahid Mahtûmî (ö. 1732), İzzet Molla (1785-1829), Hızırağazâde Said (ö. 1837), Âkif Paşa (1787-1845), Edhem Pertev Paşa (1824-1872), Âdile Sultan (1825-1898), Münif Paşa (1828-1910) hece vezniyle şiir yazan şairlerdendir. Bu şiirler genellikle koşma nazım şekliyle yazılmıştır. Bunlardan başka XVI. yy. şairlerinden Hıtâbî'nin hece vezniyle bir murabba'ı vardır (24). XVII. yy.da Feyzî Çelebi de hece vezniyle bir Şem' ü Pervâne mesnevisi yazmıştır. (25)

Aruz ve hece vezni, dörtlük ve beyit şeklinin yan yana görüldüğü ilk islâmî eserlerden itibaren (26) günümüze kadar birlikte kullanıla gelmiştir. Halil oğlu Ali'nin 1233'de hece vezniyle ve dörtlüklerle yazdığı Yusuf u Zeliha'sı(27), ismi bilinmeyen bir şairin yine hece vezniyle ve dörtlüklerle Arapçadan tercüme ettiği Bedvü'l-Amâlî'si (28) ilgi çekici örneklerdir. Yunus Emre'den başlayarak tekke şiiri ve XVII.yy.dan itibaren saz şiiri, bu beyit-dörtlük ve aruz-hece birlikteliğinin örnekleriyle doludur.

Sosyal bilimlerde herhangi bir konuda bir örnekle karşılaşmışsak, bunun "bir"den fazla olma ihtimali her zaman vardır. Bu düşünceden hareketle, hece vezniyle şiir yazan divan şairlerinin bu saydıklarımızdan ibaret olmadığını söyleyebiliriz (29).

*

Hece vezniyle şiir yazma eğilimini klâsik Türk musikisi bestekârlarında da görmekteyiz. Bizim tesbit ettiğimiz şu bestekârlar, heceyle yazılmış şiirlere besteler yaptıkları gibi, kendileri de bizzat hece vezniyle şiirler yazmışlardır: Hâfız Post (öl. 1649), Taşçızâde Recep Çelebi (öl. 1690), Âhenî Mehmet (öl.1700), Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi (öl.1711), Burnaz Hasan Çelebi (1670-1729), Mustafa Çavuş, III. Selim (1761-1808), II. Mahmud (1784-1839), Numan Ağa (1750-1834), Şakir Ağa (1779-1840), Nuri (XIX. yy.), Hamamîzâde İsmail Dede Efendi (1778 - 1845), Dellalzâde İsmail Efendi (1797-1869), Haşim Bey (1814-1868), HacıÂrif Bey (1831-1884), HacıFaik Bey (öl. 1890). XX.yüzyılın başında Rahmi Bey (1865-1924) (30), Leyla Saz ( 1850-1936) (31) ve Ahmet Rasim (1864-1932) (32) de bu geleneği sürdürmüştür.

Klâsik bestekârlar, kendileri heceyle şiir yazdıkları gibi, güfte olarak halk şairlerinin şiirlerini de kullanmışlardır. Bu gelenek günümüzde de devam etmektedir.

Klâsik bestekârların heceyle şiir yazması, divan edebiyatının halk edebiyatına yakınlaşması şeklinde değerlendirilebilir. Nitekim, divan şairleri de XVI. yüzyıldan başlayarak bu tarz şiirler yazmışlardır. Bu bestekârların büyük çoğunluğu, devrin şairleriyle aynı çevrelerde bulunmaktadır. Hafız Post'un Nâilî, Itrî'nin Nâbî, Enfî Hasan Ağa'nın Nedim ile olan dostlukları bilinmektedir. Dolayısıyle, şairlerde ve bestekârlarda görülen bu eğilimin, mahallileşme akımının da etkisiyle, klâsik kültürün çeşitli alanlarında giderek geliştiği düşünülebilir.

Klâsik Türk musikisi bestekârlarının hece veznine olan ilgisini ancak XVII. yüzyıldan itibaren tesbit edebilmekteyiz. Daha önceki bestekârlarımız ve eserleri hakkında bilgilerimiz ise oldukça sınırlıdır. Bu yüzyıl, murabba nazım şeklinin şarkıya dönüşen ilk örneklerinin görüldüğü bir dönemdir. İlk şarkı yazan şairlerden Nâilî (öl. 1666) ve Nazîm (1650-1727) bu yüzyılda yaşamıştır. Lâle Devri ( 1703-1730)'nde ise şairlerin "şarkı"ya olan rağbeti iyice artmıştır. Bu durum, klâsik bestekârların halk zevkine olan ilgisinin bir başka delilidir. Divan edebiyatında görülen murabba ve şarkı nazım şekli ile halk edebiyatındaki koşma nazım şekli arasındaki şekil ve muhteva benzerliği araştırılması gereken bir konudur (33). Ayrıca, klâsik musiki ile halk musikisinin beste formları, makam ve ezgi yapıları bakımından da karşılaştırılması gerekir. Edebiyat ve musiki yanında resim, hat, mimari gibi sanat dallarında da bu tarz ortak özelliklerin bulunması pek tabiidir. Bir ayağı klâsik kültürde, bir ayağı halk kültüründe olan sanatkârlar, bu müşterekliği çok güzel yansıtırlar (34). Bu tür araştırmalar yapıldıkça kültürümüzün bütünlüğü ve her alandaki müşterekleri daha iyi anlaşılacaktır.

*

Fuat Köprülü, müşterek bir kültür birikimi üzerinde gelişen halk ve divan edebiyatlarının karşılıklı olarak birbirini etkilediğine şu sözleriyle dikkat çekmiştir: "...Klâsik edebiyat üzerinde halk edebiyatımızın ve halk edebiyatı üzerinde klâsik edebiyatımızın birtakım tes

Yayınlandığı Kaynak :
Yayınlandığı Dergi :
Sanal Dergi :
Makale Linki :
Otel Tekstili antalya escort sakarya escort mersin escort gaziantep escort diyarbakir escort manisa escort bursa escort kayseri escort tekirdağ escort ankara escort adana escort ad?yaman escort afyon escort> ağrı escort ayd?n escort balıkesir escort çanakkale escort çorum escort denizli escort elaz?? escort erzurum escort eskişehir escort hatay escort istanbul escort izmir escort kocaeli escort konya escort kütahya escort malatya escort mardin escort muğla escort ordu escort samsun escort sivas escort tokat escort trabzon escort urfa escort van escort zonguldak escort batman escort şırnak escort osmaniye escort giresun escort ?sparta escort aksaray escort yozgat escort edirne escort düzce escort kastamonu escort uşak escort niğde escort rize escort amasya escort bolu escort alanya escort buca escort bornova escort izmit escort gebze escort fethiye escort bodrum escort manavgat escort alsancak escort kızılay escort eryaman escort sincan escort çorlu escort adana escort