Hit (3958) M-1771

Firkat ve Vuslat

Yazar Adı : İlim Dalı : Tasavvuf
Konusu : Dili : Türkçe
Özelliği : Makale Türü :
Ekleyen : Nurgül Çepni/2010-03-29 Güncelleyen : /0000-00-00

Firkat ve Vuslat

Mevlânâ Düşüncesinde Firkat ve Vuslat

Bu çalışmamızda tasavvuf literatürünün ve sûfî yaşamının iki temel kavramı olan firkat ve vuslat anlayışını, Mevlânâ düşüncesinde Mesnevi’yi esas alarak tahlil edeceğiz. Bilindiği gibi Mesnevi, müritlerin irşadı maksadıyla yazılmış ahlâkî-tasavvufî didaktik bir eser, insan ruhunun acı ve neşelerini, tasavvufî aşk ve felsefeyi yansıtan edebî bir mahsuldür. Doğal olarak orta seviyedeki halk düşünülerek yazılmıştır. Mevlâna tarafından 'Birlik Dükkanı" diye adlandırılan Mesnevî, Doğu-İslam edebiyatında, bir şiir türü olarak, her beyti kendi içinde kafıyeli ve tamamı aynı vezinde yazıl¬mış uzun manzumedir. Kısaca Mesnevî, Mevlânâ"nın baş eseri, Mevlevîliğin ana kayna¬ğı ve tasavvufun temel kaynaklarından biridir.

Mevlânâ, eski mutasavvıf şâirlerin usûllerine uyarak, her fikri, her nasihati, her nazariyeyi münasip bir hikâye ile anlatır; meselâ, tevekkülün nerelerde iyi, nerelerde fena olduğunu açıklamak isteyince, öğüt verici birkaç beyit ile başlayarak, ona bir de hikâye ilave eder; lâkin, o hikâyeyi bitirmeden, arada ikinci, hatta onu da bitirmeden üçüncü hikâyeye geçer ve onlardan sonra ilk hikâyenin neticesini getirir.[1]

Mesnevî, Kur"ân ve hadisten sonra "kutsî" kitaplardan sayılmıştır. O yalnız dergâhlarda değil, camilerde de okunmuştur. "Dâru"l-Mesnevî"lerden icazet alan mesnevihanlar tıpkı hafız-ı Kur"an ve mevlidhanlar gibi, Mesnevi"yi cami, dergâh ve özel dinî toplantılarda okuyarak, huşû ile dinletmişler, Mesnevi"deki dinî hakikatleri, cemaat huzurunda tahlil etmişlerdir.

Kavramsal Tahlil

Mesnevi"nin ana temalarından birisi de firkat ve vuslattır. Arapça bir kelime olan vuslat, "ulaşmak, varmak" demektir. Tasavvuf literatüründe ise bir şeyin bir şeye ulaşması, bir şeye irtibat kurmak, sonra onda yoğunlaşmak anlamındadır. Allah, bir kuluna Rabbanî fetihte bulunup, kulun arzu ettiği şeylere ulaşması hâlinde, ona "vuslata erdi" denir. Vuslat, ontolojik manada değildir. Hz. Peygamber bile, Miraç Gecesi"nde Allah"la ontolojik manada vuslata ermemiş, Allah ile arasında “Kâbe Kavseyn” mesafesi kalmıştır.[2] Tasavvufta vuslat, "Hakk"a ermek, kemale ermek, olgunlaşmak, seyr ve süluku tamamlamaktır." Vâsilûn, ehl-i vuslat, erenler ve ermişler demektir.[3]

Sözlük anlamıyla "ayrılık, hicran, sıla hasreti" manâsına gelen firkat kavramı, halk perdesi ile perdelenmek, vahdet (birlik) makamından uzak kalmaktır. Buna göre salik, sülukunun başlangıcında, beşeriyeti kendisine perde olduğundan, kendisini Ahadiyyet hazretinden ayrı olarak düşünür.[4] Salik, dünya hayatında kendini bir ayrılık içinde hisseder. Vuslata ermek için kesret âleminden ve beşeri varlığından kurtulmak üzere yola çıkar. Hz. İbrahim misali, “Ben öyle sönüp batanları sevmem.”[5] diyerek, “Şüphesiz ben sadece hak dine (tevhide) boyun eğip yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan Allah"a çevirdim.”[6] âyetini ölçü ittihaz edinmek suretiyle önce ilmen Hakk"a vasıl olur. Sonra basiret perdesi aralanır ve salik Hakk"la beraber olduğunu müşahede eder.[7]

Mevlânâ, Hak"tan ayrı düşmenin ıstırabını yaşarken hissetmekte, ruhun bedene hapsedilişinin sıkıntısını dile getirmektedir. Ayrılığın erdirici yönüne dikkat çektikten sonra, kayıtlardan kurtulmanın çabasına bürünmektedir.

Ruhu Beden Zindanına Hapsetmek

Bedenin meyli nasıl aslı olan yiyecek, içecek, yeşillik ve akarsulara ise ruhun meyli de hikmete, manevi bilgi ve marifetedir. Ruh manen yücelmek, yükselmek ister; beden ise paraya, pula, yiyeceğe, içeceğe bürünmek ister. “Allah onları sever, onlar da Allah"ı sever.”[8] âyet-i kerimesi gereğince, Allah daima kendisini sevene rağbet eder, onu sever. Dileklerden, isteklerden vazgeçenler, bir tek istek, bir tek dilek peşinde koşarlar. O tek dilek, yani sevdikleri onları çeker, cezb eder. Aşıkların meyil ve dilekleri onları zayıflatır, eritir, sevgililerin meyli ise onları daha güzel, daha parlak hale getirir. Aşıkların aşkı canlarını yakıp yandırırken, sevgililerinin aşkı onların yanaklarını parlatır.[9]

Ötelerden gelen ruhu beden zindanında hapsedenlere seslenen Mevlânâ, onların ruhun kanatlarını yüz yerinden yaraladıklarını, işledikleri günahlarla ruhun yükselme kabiliyetini elinden aldıklarını, ruha gereken gıdayı veremediklerini söylemektedir. Ruha gıda diye dana kebabı sunanlara veya ruhu samanlığa götürenlere seslenerek ruhun gıdasının gökyüzünde olduğunu, onun Allah"la buluşmaktan başka gıdasının bulunmadığını ifade etmektedir. Nefsin elinden belalara, acılara maruz kalan ruh sahibini Allah"a şu yakarışları ile şikayet etmektedir:

“Allâhım! Bu kocamış kurttan sana sığınırım. Bunun elinden beni kurtar!” Cenab-ı Allah"ın cevabı ise şu şekildedir: “Sabret! Nerde ise vakit geldi çattı. Seni anlamayan, senden habersiz olan nefisten senin hakkını alacağım, seni kurtaracağım.”

Dolayısıyla Mevlânâ, Allah"tan gelen ruhumuzun safiyetini korumayı, rûhânî güçlerimizden gereğince istifade edebilmeyi ve rûhânî yükselişimizin gerçekleşmesini istemektedir.

Mevlânâ, Allah"ın cemalini görmeyeli sabrı tükenen, yok olan ve beden zindanında bulunan ruhu, Yahudilerin desiselerine maruz kalan Hz. Ahmed"e, Semud kavminin hapishanesine düşen Hz. Salih"e benzetmekte ve ruhun ayrılık acısını şu yakarışlarla dile getirmektedir:

“Ey peygamberlerin canlarına saadet bağışlayan Allâh"ım! Ya beni oldur, yâhut beni yanına çağır, yâhut lûtfet, tenezzül et, sen gönlüme gel! Kâfirler bile senin ayrılığına dayanamıyor da "Ne olurdu, ben de toprak olaydım!" der. İmansızlar tarafında bulunan bir kâfir bile senden ayrı düşmeye dayanamaz iken, sana inananların, sana bağlananların senden ayrı düşünce hâli nice olur?”

Ruhun bu feryadına Allah"ın telkini ise şu şekildedir: “Ey pâk ve nezih olan rûh, evet öyledir! Sen bana âşıksın ve beden hapishânesinde mahpussun. Fakat bu sözleri dinle, sabırlı ol, saati gelince seni âzâd ederim. Sabah yakındır sus, coşkunluk etme! Ben, senin için çalışıp durmadayım, sen çalışma!”[10]

Allah"a ulaşan yollar çok çeşitli ama mâsivâ tuzaklarıyla doludur. Sûrî olan varlığımız, sûrî riyâzetle sıhhat bulup güzelleştiği gibi manevî varlığımız olan ruhumuz da manevî riyâzet ve mücahede ile olgunlaşır. Ruhunu rehine verip teniyle yaşayan insanların paslanan gönüllerinde gerçek sevgiye yer yoktur. Manevî hâllerin gerçekleşmesi çekilen çile ve sabırla orantılıdır. O nedenle adresini arayan radar gibi ruhun da özünü Allah"a verip hayatı boyunca yörüngesini değiştirmemesi, Allah"la kavuşana kadar gerçekleşecek sıkıntılara katlanması gerekmektedir.

Sevgilinin Ayrılık Hapsine Düşmek

Yolun uzaklığı yüzünden her yerde durup kalmayışlarını, "Hakk kapısında yorulanlardan, usananlardan değiliz."[11] diye ifade eden Mevlânâ, sevgilisinin ayrılık hapsine düşmüş kişiye ait gönlün ancak mahzun olacağını ve usanıp bıkacağını söylemektedir. Çünkü o, sevgilisinin ve maksudu olan cananının daima kendisiyle beraber olduğunu, O"nun rahmetini daima saçıp durduğunu ve bu nedenle de canının O"na şükretmekte olduğunu söylemektedir. Sözlerinin devamında, gönlünde bir lale bahçesi, bir gülşen ve bir gül bahçesi bulunduğunu, ihtiyarlık, solgunluk ve perişanlığın oraya girecek yol bulamayacağını, kendilerinin daima ter ü taze, genç, güzel, şirin olduklarını ve bu nedenle de daima güldüklerini, nazlandıklarını ve nazik olduklarını dile getirmektedir.

Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil

Ne nizâ eyliyelim ol ne senindir ne benim![12]

diye seslenen Fuzûlî gibi Mevlânâ da aşkın kemâlinin, cânı cânâna vermekle gerçekleşeceğini söylemektedir.:

Ayrılık Acısı

Mesnevi"ye göre ayrılık, O'nun kahrından doğmakla beraber, buluşmanın, kavuşmanın kadrini kıymetini bilmemiz içindir. O; ayrılığı, can buluşma günlerinin değerini bilsin diye ister. Böylece canı terbiye eder, kulağını çeker.[13]

Mesnevi"ye ayrılıklardan şikayet ederek başlayan Mevlânâ, ayrılığın acısını şu beyitleri ile özetlemektedir:

“Bu topraklar, sudan ayrılınca çoraklaşır. Irmaklardan, derelerden ayrı kalan, uzak düşen sular da sararır, kokar, bulanır, kapkara olur. Hayat veren, cana can katan rüzgâr, dostlardan ayrılıp kapalı bir yerde kalırsa kokar veya kesilir; ateş, ocağından ayrılırsa söner, kül hâline gelir, savrulur, gider. Cennet gibi yemyeşil olan bağlar, bahçeler sulardan ayrı düşünce, sararır, solar, yaprakları kurur, dökülür, bir hastalık yurdu olur. Her şeyi anlayan, idrak eden akıl bile dostların ayrılığı ile yayı kırılmış okçu gibi şaşırır, kalır. Cehennem bile ayrılık yüzünden gençlik çağına hasret çeken ihtiyarın titrediği gibi titrer, yandığı gibi yanar, kavrulur. Kıvılcım gibi çakıp yakan, yakıp yandıran ayrılığı kıyâmete kadar anlatsam, onun dehşet ve şiddetinin ancak yüzbinde birini anlatabilirim. Senin yüzünü gören kişiye acı, seni gören nasıl olur da, senin çok acı olan ayrılığına katlanabilir? Öyleyse onun yakıcılığını anlatmaya kalkışma. “Yâ Rabbi, beni ayrılıktan sen kurtar, sen kurtar!” diye duâ et. Bu kadar yetişir. Dünyada ne ile neşeleniyor, seviniyorsan, o neşelendiğin zaman ondan ayrılığı bir düşün bakalım. Senin sevindiğin şeylere, senden evvel gelen birçok kişiler sevindiler, sonunda o şey ellerinden çıktı, rüzgâr gibi geçip gitti. O şey senin elinden de çıkar, ona gönül verme; o senden kaçmadan önce sen ondan kaç...”[14]

Ayrılığın acısını ayrı kalanlar anlayabilirler. Ayrılık acısı dile getirilemez. Ayrlığın şiddeti iştiyak duyulan olgularla orantılıdır. Ruhumuzu basit arzulara râm kılmamamız gerekmekte, asıl hasreti yaşamak mecburiyetindeyiz. İlahî aşka giriftar olanlar ruhundaki özlem ateşini sular söndüremez. Belki ancak göz yaşı ile dindirilebilir. O nedenle Mevlânâ, ayrılıktan kurtulmak için Allah"a duacı olmamız gerektiğini vurgulamaktadır.

Aşığın Ayrılığa Dayanamaması

Mesnevi"nin uzun hikâyelerinden birisi Sadr-ı Cihan"la vekilinin buluşmasıdır. Hikâyenin kahramanlarından Buhara hükümdarı Sadr-ı Cihan; Cenab-ı Hakk"ı, vekili de Hakk"ın suçlu kulunu sembolize etmektedir. Kul bir suç işlemiştir. Efendisini sevmektedir. Fakat onun merhametinin sonsuzluğundan haberi yoktur. Korkmuş kaçmıştır. On sene çeşitli yerlerde dolaşmış, çok ıztırap çekmiş, çile doldurmuş, sonunda o sevginin etkisi ile yola düşmüş. Sultanın önünde kesilip ölmeyi, başka yerde dirilerek padişah olmaya tercih edecek kadar özlem duymuş. Onsuz yaşamanın çok acı olduğunu, dayanılmaz hâl aldığını düşünmüş. Sevgilinin yurdu Buhara onun vatanıdır. Yana yakıla, yüreği çarpa çarpa Buhara"ya doğru yönelir. Çölün kumları kendisine ipek gibi gelir, çöl ona gül bahçesi görünür. Görünmeye başlayan Buhara"nın kenar semtleri ile gönlündeki gam ve keder karartısı aydınlığa dönüşür. Hatasından dolayı padişahın küplere bindiğini ve kendisini yaşatmayacağını, kaçıp kurtulmuşken ne diye tekrar Buhara"ya geldiğini, eceline mi susadığını soranlara, derhal geri dönmesini söyleyenlere vekil, susuzluk hastalığına tutulmuş bir hasta olduğunu, kendisini suyun çekip getirdiğini, suyun kendisini öldüreceğini bildiği hâlde kalkıp geldiğini söyler. Hileye başvurarak kaçmasından büyük pişmanlık duyar. Kendini pervane gibi buluşma mumunun ateşine atan vekilin âhı göklere yükselir.

Hikâyenin devamında kulun Allah"ı sevdiği gibi, Allah"ın da suçlu kulunu sevdiği beyan edilmektedir. Buna göre, Sadr-ı Cihan, kendisine meftun olan, yanan, yakılan vekilinin hâline merhamet eder, kendisini bağışlar. Fakat yıllardır vekil onun bu merhametinden habersiz yaşamış ve ayrı kalmıştır.

Yılların hasreti ile yanan vekil, Sadr-ı Cihan"la karşılaştığı ilk anda onun yüzünü görünce, can kuşu bedeninden uçup gider hâle gelir, bedeni kuru bir dal gibi, tepeden tırnağa kadar buz kesilir. Ayrılığından ötürü çok mihnet ve meşakket çeken âşığı kendine getirmeye, ayıltmaya çalışan Sadr-ı Cihan kendisi ile dirilen ve kendisinin sevgisi ile hayat bulan vekiline kendi canından can katar.

Buluşma ve kavuşma çağrısını duyan âşık kendine gelir. Dile gelip Sadr-ı Cihan"ı, Kaf dağından geri dönen zümrüd-i anka"ya ve aşk kıyametinin İsrafil"ine benzetir, hizmetinden ayrılalı evvel ve ahirin, ön ve sonun kalmadığını, çok aradıysa da kendisine benzer ikinci bir sevgili bulamadığını, ayrılık ateşi ile yanalıdan beri varlık tarlasının dört unsur ve beş duygusundan kurtulduğunu, Sadr-ı Cihan"dan başka bir şey bilemez olduğunu, görülen kanların kendi gözlerinden aktığını, söz ve feryadının gök gürültüsünü andırdığını söyler. O ağladıkça Buhara halkı etrafına toplanır, herkes bu hale şaşırır, bu aşka ve bu hâle akıl da şaşıp kalır. Bu minvalde son bulan hikâye, ilahi aşkın kudretini göstermesi, kulun Hakk"a mülaki olmaya müştak oluşunu arzetmesi bakımından dikkate değer gözükmektedir.[15]

Kul olarak Allah"tan özge bir kurtuluş yolu bulmamız mümkün değildir. Susuzluk ve açlığımızı doyuracak olan ancak Allah"tır. Gönlümüzün kendisiyle tatmin olacağı yegane varlık O"dur. İşlediğimiz hatalar, yaşadığımız noksanlıklar nedeniyle O"ndan ümidi kesmek en büyük vebaldir. O bize bizden yakın olduğu için Allah"tan yine Allah"a sığınmamız gerekiyor. Allah"ın hoşnutluğunu kaybetme korkusunu yaşayan aşıklar O"na koşmanın çabasını güderler. Allah"tan ayrı kalmak her an tükenmek demektir. Mevlânâ, Allah"tan ayrı kalanların Allah"ın davetine icabet etmesini, kurtuluşun Hakk"ın divanına yüz sürmek olduğunu, ancak böylece ayrılık ıstırabından kurtulabileceğimizi söylemektedir.

Firkatin Çığlığı: Ney

Ayrılıkların acısı, hasretin yakıcılığı, özlem duygusunun ulvîliği ve vuslatın ruhunu anlatmak için bizzat Mevlânâ tarafından kaleme alınan Mesnevi"nin ilk on sekiz beytinde bahsedilen “Nây-i Şerif”, nefsânî arzulardan kurtulmuş, nefsini yok etmiş, ilâhî sevgi ile dolmuş kâmil insanın sembolüdür. Ney, kamışlıktan ayrı düştüğü için inlemektedir. İnsan da, ezel âleminden, rûh âleminden dünyaya sürgün edilmiştir. Hakk'tan ayrı düştüğü için muzdariptir. Dünyada yaşadığı müddetçe, acılar, hastalıklar, belâlar içinde çırpındıkça insan, rûh âlemindeki mutluluğunun özlemini duyacak, yabancı olduğu ve sürgün gibi yaşadığı dünyadan kurtuluş yollarını arayacaktır.

Ney bir mecazdır. Düştüğü ateş, aşk ateşi, verdiği ses aşk sesidir. Leyla"nın ve Mecnun"un sırlarını okşamakta, soluğunda Tebriz"den bir koku bulunmaktadır. Dolayısıyla maddi ney, mana âleminin tercümanıdır ve bir semboldür.

“Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor; ayrılıkları nasıl anlatıyor”[16] derken Mevlânâ, hem kamışlıktan kesilen neyi, hem de Mutlak Varlık"tan mukayyet varlığa düşen kendisini kastetmektedir. Bu kayıtlar ve izafi varlık âlemine düşmesi ona, adeta bir gurbet görünür.

Aslî Vatana İştiyak

Mevlânâ insanı fizik ve metafizik bir bütünlük içinde ele alır. İnsan, hilkati gereği ruh ve bedenden müteşekkil bir varlıktır. Onun asıl yönü manevî cephesidir. Zira ilahî bir âlemden kopup gelen ruh, çeşitli merhalelerle gelişen bir bedende hapsolmuş ve geldiği yerin hasretini taşımakta ve o âlemden ayrılışın ıstırabını çekmektedir. İnsan bu ulvî cephesiyle ilahî âleme, bedenî varlığı ile de tabii ve fizikî âleme bağlıdır. Süflî vasıflar, onun maddî varlığından kaynaklanmaktadır.[17]

Vahdet ve kesret âlemine yöneliş hususunda Mevlânâ, peygamberlerle velilerin Hakk"ın davet sesini duydukları ve rûhânî âlemlerin lezzetlerini idrak ettikleri için, gönüllerini asıl vatana çevirdiklerinden, ruhlarının peşinde koştuklarından, mânevî âlemlerin lezzetlerine yürüdüklerinden bahsetmektedir. Gönülleri dünya zindanından hoşlanan kafirlerin ise bu fânî âlemde kaldıklarını ve asıl vatana dönmek için, içlerinden gelen sesi duymadıklarını, dolayısıyla yalnız nefislerinin hazları ve şehvetlerinin tatmini için ömür sürdüklerini söylemektedir.[18]

“Denizden gelen denize gider. Bir şey nereden gelmişse oraya avdet eder. Bizim vücudumuzun aşkla yüklü yanı canıdır, dağ tepelerinden hızla akan seller gibi yol alır.”[19] diyen Mevlânâ, insanların ruhlarını deryalara kavuşan ırmaklara benzetmektedir. Okyanusa varmak için sular nasıl dağlar aşar ve kayaları delerse, ruhlar da durmadan birlik deryasına gark olmaya çalışırlar.

“El, ayak mertebesi demek olan bu dünyaya gelmeden önce ruhların vefa ve sefa fezalarında uçtuklarından”[20] bahseden Mevlânâ, beşeriyet derecesine vardığında türlü sıfatlar yüklenerek bu âlemde devam ettiklerini söylemektedir. Fakat evvelce Allah"ın ezelî inayetini ve lütfunu görmüş bulunan ruhlar, bu âlemde bile kopup geldikleri o ezel âleminin güzelliklerini ve o asıl vatanı hatırlamaktan ve özlemekten uzak değildirler.

İnsan kendi aslından ve hakiki vatanı olan Allah katından uzak kaldıkça, elbette aslî vatana karşı bir sıla sızısı duyacaktır; bir gün tekrar vatanına kavuşmak için bir imkan ve zaman gözleyecektir.

Bu âlemde kendi varlığından soyutlanıp Hakk"ın varlığıyla var olduğunu bilmesi, bir buluş ve oluş hâline gelmiştir, iradesini Hak iradesine vermiştir. Bu bakımdan özleyişi, niyaz yollu değil, naz yolludur. Feryadı ve şikayeti, bilmeyenlere gerçeği anlatmak içindir. Onun sırrı bu feryattadır, fakat her gözde o sırrı görecek kabiliyet, her kulakta o remzi anlayacak kuvvet yoktur. O sırrı ancak istidada erenler anlar. Yâni kendi cinsinden bir rûh-ı ârifi, yalnız ârif olan anlar.

Bu yüzden vuslat, fenâfillah, dervişlik ve süluktan gaye, “Elest sırrına vakıf olmak ve yine geldiği yer olan Elest"e dönmektir.” Mevlânâ, varlıkların ve insanların ruhlar âleminden ayrıldıktan sonra uzunca bir yolculuğa çıktıklarını belirtir. Burada yolcuya düşen görev, kulluğunu yerine getirmektir. Kulluğunu gerçekleştiren kişi tekrar başlangıç noktasına, yani Elest"e ulaşır. Diğer mutasavvıflar gibi Mevlânâ da, Elest'ten çıkıp yine Elest'e dönme hâlini, "tenezzül – terakki" veya "nüzul – urûc" kavramlarıyla da anlatmaktadır.[21]

İnsan hayatının en üstün gayesi, ruhun tekrar kendi ilahi aslına, Allah"a dönüşü ve O"na kavuşmayı sağlamaktır. Ancak böyle bir insan bağımsız bir kişiliğe sahip hür bir insandır. Ancak böyle düşünen bir insan görünüşler âleminden uzaklaşıp nefsini saflaştırabilir ve temaşa âlemine yükselebilir. Ancak kendi benliğinden sıyrılmış, kendini hayret denizine daldırmış ve kaptırmış olan ruh Allah"ta yok olabilir.

Ruhun bedene girmesi, sükut etmesi ve mahbese girmesidir. Bu da bir deneme içindir ve ruh, beden denen bu zindanından çıkıp aslî vatanına dönmek için sürekli bir özlem ve gözlemde bulunan bir güvercin gibidir.

Mevlânâ, Mesnevi"nin ilk büyük hikâyesine, “Dostlar bu destanı dinleyin! Çünkü hakikatte bizim hâlimizin hikâyesidir.”[22] başlangıcıyla girer. Mesnevi"nin bu hikâyesi, insan ruhunun ruhlar âleminden ayrıldıktan sonra, zaman içinde yaşadığı büyük ve hikmet dolu macerayı anlatır. Ruhun birlik âleminden çokluk âlemine düşmesi bu hikâyenin vakaları içinde sunulur.

Anne olmaya istidatlı her kadının kollarında nasıl bir çocuk hayali varsa, Mevlânâ"ya göre, bütün asıllar da kendilerinden kopanları öyle ararlar. Bir başka örnekle Mevlânâ, havuz sularının deniz suyuna kavuşma hayalinde olduklarını söyler. Rüzgar gibi göremediği bir davetçi sayesinde havuz suları sessiz sedasız deniz sularına çekilir. Buharlaşan havuz suları iri bulutlara dönüşür ve rüzgar sayesinde yağan yağmurlar deniz sularına karışır. Yağan yağmurlar nasıl denizden kopan suları tekrar denize sevkederse, âfâkî âlemdeki bu dönüşüm insanın enfûsî âleminde de söz konusudur. Havuzdan buhar hâline gelen su gibi nefislerimiz de bizi dünya hapsinden kurtararak yavaş yavaş aslımıza götüren bir rüzgara tâbîdir. Sözlerinin devamında Mevlânâ, zaferi ömür suyunu boş yere ziyan etmeyenlerin kazanacağını söyler. Bu örneklemelerin müminin söz ve kelimelerinde bile görülebileceğini dile getirir ve gönlümüzden, dudaklarımızdan çıkan iman, tefekkür ve hasenatın Allah"a yükseldiğinden, dua ve niyazların kabulü ile de Hakk"ın rahmet yağmurunun yağdığı müşahede edilir.[23]

Arayış İçerisinde Bulunmak

Ezel âleminden geldiği hâlde insanın kendini gereği gibi bilemediğinden, çok değerli atlas bir kumaş gibi iken kendini bir hırkaya yamadığından, fânî lezzetler ve bedenî zevkler uğrunda ömrünü harcamasından şikayet eden Mevlânâ, herkesi arayışa davet etmektedir. Hak yoluna düşen kişinin isteğine iki eliyle sarılmasını, O"nun yolunda olmasını, her hâliyle Allah"ı aramasını, her taraftan hakikat padişahının feyz kokusunu almaya çalışmasını öngörmektedir. Bunun için de Yakup (a.s.)"ın oğullarına Yusuf"u aramak için her fırsatı değerlendirmeleri tavsiyesini hatırlatmaktadır. [24]

"Sevgilinin aşkı, ekmek aşkından aşağı mıdır?" diyen Mevlânâ, binlerce yıl geçse bile onu arayacağını söyler. Bu iştiyakını şu sözleri ile ortaya koymaktadır: "Bu binlerce uçup gitmem, onu bulmağa değmez mi?[25]

Kaybolmuş devesini arayan ve onu herkese soran kişinin hikâyesini anlatırken Mevlânâ, hikâyede geçen deveyi Hakk"ın ruhlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”[26] diye sorduğu ruh ve ezel âlemine benzetmektedir. Ruhlar oradan bu âleme gelince, o âlemi kaybetmişlerdir. Devesini kaybeden kişinin telaş içerisindeki hâli gibi kimi ruhlar da ruhlar âlemini arama

İlahî aşkı gaye edinen Mevlânâ, Hak"tan ayrı kalmanın ıstırabını duyan sûfîlerdendir. Beden ve madde gibi her türlü kayıttan azade olmaya çalışmaktadır. Zira o, ruhun Allah"tan başkasıyla tatmin olmadığını söylemektedir. O, ayrılığın acısına dayanamayan aşığı ney"le sembolize etmektedir. İlahi aşka sahip olan kişi arayış içerisinde olup aslî vatanına özlem duyar. Kavuşma umuduyla yaşayan sûfî, Hak"ta fânî olmaya çalışır. Vuslata kavuşmanın yolu ise akıl değil aşktır. Ayrıca kişinin benliğinden sıyrılması gerekir. Böylece kişi ölmeden önce Hakk"a kavuşmuş olur.

Mevlana who aims at Poetic love is frum sufis that they suffer to depart from God. He struggles to be saved from the body and materyal anxiety. Because, He says thatteh spirit doesn"t be satisfied with another Allah. He symbolizes the lover who isn"t folded by means of Nay. Who has the poetic love seeks and wishs for his native country. Sufi who lives by hope of meeting endeavors to disappear at Hak. The way of meeting isn"t mind but it is love. Once again, the person must be skinned from his personality. In this way, He joins the God before his death.
Yayınlandığı Kaynak :
Yayınlandığı Dergi :
Sanal Dergi :
Makale Linki :
Otel Tekstili antalya escort sakarya escort mersin escort gaziantep escort diyarbakir escort manisa escort bursa escort kayseri escort tekirdağ escort ankara escort adana escort ad?yaman escort afyon escort> ağrı escort ayd?n escort balıkesir escort çanakkale escort çorum escort denizli escort elaz?? escort erzurum escort eskişehir escort hatay escort istanbul escort izmir escort kocaeli escort konya escort kütahya escort malatya escort mardin escort muğla escort ordu escort samsun escort sivas escort tokat escort trabzon escort urfa escort van escort zonguldak escort batman escort şırnak escort osmaniye escort giresun escort ?sparta escort aksaray escort yozgat escort edirne escort düzce escort kastamonu escort uşak escort niğde escort rize escort amasya escort bolu escort alanya escort buca escort bornova escort izmit escort gebze escort fethiye escort bodrum escort manavgat escort alsancak escort kızılay escort eryaman escort sincan escort çorlu escort adana escort